Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Polemik Edebiyatımızın 'dokunulmazlar'ı kimler?

        Bir süre önce Şavkar Altınel, Notos dergisinde Oğuz Atay'ın "sığ ve yapay" olduğunu yazınca edebiyat dünyası hareketlenmiş, Altınel, bazı Oğuz Atay hayranları tarafından cüretkârlıkla hattâ İngiliz casusluğuyla suçlanmıştı. Bu olay "edebiyatımızın dokunulmazları" kavramını akla getirdi.

        Zaman Gazetesi'nin kitap eki 'Kitap Zamanı', yeni sayısını 'dokunulmazlar'a ayırdı. Edebiyatımızda gerçekten bir tür "dokunulmazlık" taşıyan, eleştirilemez, hak ettiğinden daha fazla itibar gören yazarlar/eserler var mı? Varsa böyle bir yaklaşımın sebepleri neler? Şairler, yazarlar, eleştirmenler yanıtladı...

        GÜRSEL AYTAÇ

        'Tartışılmayacak eser yoktur'

        Edebiyat tarihine geçmiş yazarlarımız için edebiyat dergilerinin özel sayı hazırlamaları memnuniyet verici bir etkinlik. Bunu daha da genişleterek dünya edebiyatının klasikleri için de yapmak, edebiyatımızın ve dünya edebiyatının Türkiye'de iki binli yıllarda nasıl alımlandıklarını belgelemek demektir ki hiç de azımsanacak bir şey değildir. Ama bu, bence söz konusu yazarın kişilik özellikleri üzerine ileri geri söz etmek demek olamaz, olmamalıdır. İncelenmesi, bugünün ölçütleriyle yeniden değerlendirilmesi gereken, eserin kendisidir ve "değerlendirme" de eserde ele alınan konuların, ortaya atılan fikirlerin yanı sıra "nasıl"ı, biçim ve üslubu değerlendirecek tarzda olursa bir anlam taşır. Tartışılmayacak eser tabii ki yoktur, ama eleştiren kişi, ister sıradan bir okur, ister bir edebiyat uzmanı olsun, ele aldığı esere kendi açısından bakışını ortaya koyarsa "alımlama" belgesi sunmuş demektir ve dergilerimiz özel sayılarında bunu gözettiği sürece etkinlikleri faydalı olacaktır düşüncesindeyim. Edebiyatımızda kimin "hak ettiğinden fazla ilgi gömıüş" olduğu, kimin değerinin bilinmediği, ancak bu tür incelemelerin ışığında, zamanın eleyicilik etkisi içinde ortaya çıkacaktır. Alımlamalarda dönemin siyasal, etik ve estetik anlayışının rolü yadsınamaz.

        SEVİNÇ ÇOKUM

        'Eleştiri herkes için geçerli'

        Dokunulmazlıklar ya da eleştiri yoksunluğu müzik piyasasında da yaşanıyor. Oysaki eleştiri, art niyet olmadıktan sonra, herkes için geçerli olmalı. Oğuz Atay bana göre özellikle Tutıınamayanlar da aslında ironik bir dille topluma ve insanın içine cesaretle bakmanın örneğini vermiştir. Farklı bir atak yapmıştır; sanat bunu ister, yeni bir şey, yeni bir kanat çırpışı, demek istediğim o. Fakat eleştirilmez mi, dokunulmaz mı? Eleştirilir elbette. Yaşarken bu kadar bilinmemiş, genç yaşta ölümü sonrası zirveye

        taşınmış olması, pazarlama piyasasının bugünkü kadar ortaya çıkmadığı bir dönemin yazarı olarak onu daha değerli kılar. Toplumda şöyle bir eğilim var: Neye ve kime ilgi gösteriliyorsa ona hayran olma ve olmuş görünme mecburiyeti. Oğuz Atay da eleştirilir, başka yazarlar da. Ancak artık pazarlama hadisesi, gerçek veya samimi dayanağı olan eleştirileri, halk tabirince "takmıyor". Bu da insanlık nereye gidiyor sorusuyla birlikte üzüntü verici bir durum.

        BEŞİR AYVAZOĞLU

        'Her yazar ve eser didik didik edilmeli'

        Benim açımdan edebiyatımızın dokunulmazı yok. Her yazar ve her eser didik didik edilmeli, gerektiğinde kıyasıya eleştirilmelidir. Edebi eser kutsal kitap mıdır ki, dokunulmaz olsun. Asırlar içinde değeri herkesçe kabul edildiği için tartışılmayan klasik eserler bile, bir gün çok farklı bir açıdan okunarak eleştirilebilir. Herhangi bir yazarda dokunulmazlık vehmedenler, olsa olsa onun gözü kapalı hayranları, fanatik taraftarlarıdır. Bunun bir çeşit "takdis", dolayısıyla tapınma olduğunu söylemek için fazla düşünmek gerekmez. Bir de ideolojik kesimlerin ikonlaştırarak dokunulmazlaştırdıklan isimler var: Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl gibi. Bir şaire ve yazara hayran olmak başka, onu hatalardan, kusurlardan, yanılgılardan "münezzeh" görmek başka... Biyografilerini yazdığım yazarlardan hiçbirinin putlarını yontmak amacını gütmedim; hepsine duygularımı paranteze alarak yaklaştım. Sağda da solda da sevilen yazarların kusurlarını ve eserlerindeki problemleri gizleme eğilimi yaygındır. Bunun çok yanlış bir tutum olduğunu söylemeye gerek var mı? Şavkar Altınel'in Oğuz Atay hakkında görüşlerini açıkladığı için uğradığı saldırı, Türkiye'de edebiyat ortamının kalitesi hakkında insanı ümitsizliğe sevk eden ibret verici bir hadisedir.

        AHMET ÜMİT

        'Dokunulmazlığın altında grup olarak hareket etme güdüsü yatıyor'

        Edebiyatı, yaşanan dönemin ruhundan ayrı tutmak galiba olanaksız. Yani günün politikası, sanat anlayışı, ahlaki yapısı, yükselen inanç ya da ideolojisi edebi yapıtları da derinden etkiliyor, geçici de olsa yazgıları üzerinde belirleyici oluyor. Oğuz Atay'ın bu denli sevilmesinin, giderek dokunulmaz "kutsal"lar alanına girmesinin nedeni de, yazara bir dönem yapılan haksızlık demeyeceğim ama dönemin atmosferinin getirdiği görmezden gelme anlayışıydı. Oğuz Atay, yanlış bir sol kültürün belirleyici olduğu, dolayısıyla bireyin sorunlarının ele alındığı romanların tu kaka edildiği bir dönemde yaşamıştı. Ardından kendisinin ve yapıtlarının hakkı teslim edildi ama bu defa da edebiyatın "aziz"lerinden ilan edildi. Elbette her ikisi de yanlış. İster roman olsun, ister şiir, ister hikâye hepsi

        birer imgedir. O imge hakkında aynı duygu ve düşünceleri taşımak zorunda değiliz. Kendi adıma Oğuz Atay'ın metinlerini çok severim, ama Şavkar Altınel'in onu beğenmemesini de anlarım. Bizde dokunulmazlığın ya da kutsallaştırmanın altında hâlâ grup olarak hareket etme güdüsünün yattığını düşünüyorum. Özellikle de inanç, ideoloji ve dünya görüşü ekseninde gruplaşmalar... Bazılan Mehmet Akif'in şiirini kutsal metin gibi algılayabilir, bazıları da Nâzım Hikmet'in. Oysa bu iki büyük sanatçının da hepimiz gibi eleştiriye gereksinimi vardır. Yani dokunulmaya, tartışılmaya, eksiklerinin ortaya çıkanlmasına... Bu uğraş yazarlarımıza hakaret, küçümseme değil aksine, onların yaşamlarına ve yapıtlarına duyulan saygının ve onlan önemsemenin bir gereğidir.

        GÖNÜL KIVILCIM

        'Kutuplaşmayı seven bir milletiz'

        Biz düşüncelerinde, eylemlerinde kutuplaşmayı seven bir milletiz. Türban ya da bayrak saflaşması gibi... Gri renkleri pek tutmayız. Bu tartışmaya konu olan Oğuz Atay ne dokunulmazdır ne de sığ ve yapay. Özgürlükçü bir bakış elbette yazarların eleştirilmesine, hatta kıyasıya eleştirilmesine hoşgörüyle bakacaktır. Böyle düşündüğünüzde çoksatar listesindeki isimler yazar unvanını kolayca alabilirken, edebiyatçı denemeyecektir onlara öyle kolay kolay. Edebiyat yapıyor olmak hayli emek veriyor olmayı masanın başına büyük bir birikimle oturmayı gerektirir çünkü. Penceremiz başka dünyalara kapalı olduğu için bunlar bizde pek tartışılmaz ama örneğin Almanya'da "literat" yani edebiyatçı bir çırpıda hak edemeyeceğiniz bir vasıftır. Öte yandan bulunduğu yere iğneyle kuyu kazarak geldiğini söyleyen Orhan Pamuk'a bile Nobel'i zehir etmiş bir ülkeyiz biz. Hoyratlığı bıraksak ve asıl söylenmesi gerekeni söylesek keşke. Bizde edebiyatta doğru dürüst bir eleştiri kurumu yok desek mesela. Bu yüzden de sapla saman birbirine karışıyor. Belki bazı yazarlar bu yüzden hak ettiğinden fazla itibar görüyor, bazılarının kıymeti de ölümünden sonra anlaşılıyor. Bu yıl kırk bir yaşında kaybettiğimiz şair Didem Madak'ı kaç kişi tanıyor? Bazılarımız onun Pulbiber Mahallesi'ni ölümünden sonra keşfettik. Amerika'da New European Poets adlı antolojide şiirleri yayımlanmış oysa. Hoyrat bir iklimde her şeye rağmen var olmaya, edebiyat yapmaya çalışıyoruz. Biri bunun ne demek olduğunu bir kitapta bütün ayrıntılanyla anlatsa da bir nebze fikrimiz olsa. Ya da en iyisi Atay'ın dediği gibi kendinle konuşmak. Tutunamayanlar'da Selim Işık'ın ağzından şöyle söyler Oğuz Atay: "Benim için anlatmak, açıklamak, ancak kelimelerin anlamlarını değiştirmekle mümkün olacak galiba. Ben o yıllarda kelimelerin anlamlarını doğru dürüst bilmiyordum bile. Zaten hiçbir zaman kelimelerin anlamını doğru dürüst bilemedim. Her zaman kelimelerin, cümlelerin, insanın üstüne bir mızrak gibi saldıran düşüncelerin bunaltıcı baskısını duydum. En iyisi kendinle konuşacaksın, kendine yorumlayacaksın okuduklarını."

        SADIK YALSIZUÇANLAR

        'Dokunulmazlık zırhına büründürmek, tabulaştırmak olur'

        Hak ettiğinden fazla ilgi görenden çok, "dokunulmazlığı varmış sanılan" yazarlardan/kitaplardan söz etmek mümkün. Bunlar arasında ilk elden, Oğuz Atay'ı, Nâzım Hikmet'i, Tanpınar'ı, Karakoç'u, İkinci Yeni'cileri sayabiliriz. Hatta Orhan Veli bile. Bunun oluşmasında okurun ve kitlesel iletişim ortamlarının, özellikle de kitap eklerinin, kültür-sanat sayfalarının, 'eleştirmen'lerin belirleyici/etkileyici/değerleyici işlevi var. Oğuz Atay'ı "yüzeysel ve yapay" görenin görüşü saygıdeğerdir ama bunun ne türden gerekçelerği içie dayandığına bakmak lazım. Böyle dedin diyeni taşlamak ise Atay'ı dokunulmazlık zırhına büründürmek, giderek tabulaştırmak olur. Bu da çok yanlış bir yaklaşım. Edebi kamu denilen şeyin oluşmasında neler etkin, ona bakmalı. Bazı yazarlar ve kitaplar bir tür kutsallık kazanıyor ve giderek dogma haline geliyor. Oysa her şeyi eleştirel bir nazarla okumak gerekir. Bir yazara/ kitaba kıymetinden fazlasını atfetmek, ona bühtan etmektir. Hani, insanı yüzüne karşı övmek çirkindir denir ya. Bizim geleneksel kültürümüzde böyle bir duyarlık vardır. Bunun çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Tabii bir de kurgulanmış bir nezaket var okur-yazarlar arasında... Dolayısıyla bu, "Hakikatin hatırı yücedir, hiçbir hatıra feda edilmez" ilkesini aşındırabiliyor, hatta bir noktadan sonra yerle bir edebiliyor. Adil, nesnel ve mutedil olmak lazım. Yazara/esere eleştirel bir gözle bakmak ve öyle değerlendirmek gerekir, diye düşünüyorum.

        CEMAL ŞAKAR

        ''Malum kişilere' dokunmak'

        Elbette edebiyatımızda 'dokunulmaz'lardan söz etmek mümkün. Ülkemizde, zeminin kayganlığı nedeniyle kanonik bir edebiyat olup olmadığı tartışılabilir; ancak özellikle akademisyenlerin gerek literatür yığılması gerekse de atıf kaynaklarının zenginliği nedeniyle döne dolaşa sürekli 'malum' kişileri çalışmaları, böylesi bir dokunulmazlığa zemin hazırlamaktadır. 'Malum kişilere' dokunmak, edebi kamudan kovulmayı, lanetlenmeyi göze almak demektir. Özellikle Müslüman edebi kamuda bu dokunulmazlık çok daha aşılmaz duvarlarla sağlanmaktadır. Çünkü edebiyatımız genellikle üstatların/ ahilerin vaziyet ettiği dergiler etrafında neşvünema bulduğu için o ocaklardan yetişen gençlerin yıllar sonra geriye dönüp ahilerine eleştirel yaklaşabilmeleri mümkün olmamaktadır. Çünkü gençler hem edebi zevklerini hem de kimliklerini o ocaklarda edindikleri için ahilerine dokunmalan aynı zamanda kendi kimliklerine, edebiyat anlayışlanna dokunmaları anlamına gelmektedir. Ancak takriben yirmi yıldır bu ocak geleneği yıkıldı, çöktü. Şimdi dergiler ister-istemez profesyonelleşmeye başladı. "Dolayısıyla yeni yetişen kuşak, eleştirel bakış açısını kazanarak edebi kamuda var olmaktadır. Artık dokunulmazlara dokunulacak yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Şimdilik sorun üslup sorunu gibi duruyor, inşallah bu sorun da aşılır.

        CEM YAVUZ

        'Aslolan eserdir'

        Söz konusu derginin soruşturmasını da, bilahare edebiyat âlemini saran velvele forever'ı da takip ettiğimi söyleyemem doğrusu. Ancak sorunuz vesilesiyle yapmış olduğum araştırma neticesinde gördüm ki, Şavkar Altınel'e yönelik ithamlar, en az onun Oğuz Atay hakkındaki eleştirilenleri kadar "sığ ve yapay". Bir kere, yazıyı bir tür 'aşma cehdi', ontolojik bir mesele addeden her homo faber, kendi meselesinin biricikligi zehabıyla 'diğerleri' hakkında zaman zaman böyle 'alafortanfonik yargılar' izhar etmiştir, edecektir. Bu, aslında belli açılardan 'samimiyet'e de delalet eden; hayal seyri boyunca Tolstoy'dan Çehov'a, Faulkner'dan Joyce'a, Proust'tan Dostoyevski'ye pek çok örnekle de sabit olmuş, edebiyat içi bir ölçümleme/ölçüşme çabasıdır. Kaldı ki, harf mâlulu hiç kimse, şu ya da bu saikle 'müstahkem bir mevki'ye sahip bulunduğu için bir yazan/şairi beğenmek mecburiyetinde de değildir. Bu itibarla, sırf bir 'tabu'ya dair umumun hilafına bir kanaat serdetti diye birini, "sen kim oluyorsun da" teranesiyle "İngiliz casusu" ilan etmek, en hafif tabiriyle çapsızlıktır, munkabızlıktır!..

        Şavkar Altınel'in kelâmına gelince; kuzeyde bir adanın soğukkanlılığını sindirmiş bir şairden, Oğuz Atay gibi, kendinden sonraki birkaç kuşağın dilini, bakışını ve yazma biçimini neredeyse belirlemiş bir yazara ilişkin eleştirilerini sağlam bir biçimde gerekçelendirmesi beklenirdi; olmamış... Altınel evvela, "Başkahramanına 'Özben' soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir 'benlik' olduğu, yazarın anlartıklannı gerçekten görüp yaşadığı ' duygusu yok. Daha çok, bunlan bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi..." beyanıyla, cümle sanatın sebeb-i vücudu olan muhayyileyi handiyse bir nevi iç hizmet talimatnamesine tâbi kılıyor ki, böyle bir sahihlik ölçütü yok, olamaz! Üstelik Altınel bütün bunlan, Atay'ın hepi topu bir elin parmakları kadar olan eserlerinden sadece Tutunamayanlafa dayandırarak söylüyor. Elbette TutunamayanlaA, sehl-i mümteniyle 'aklına eseni ortaya ediver-me' arasındaki farkın künhüne varamamış bir çeşit yazar replikasının tohum-lannı atmış ve pek çok açıdan hudayi-nabitlige, afili filintalıga falan yol açmış olması hasebiyle değerlendirebilir; pas-tiş tekniği, hercai biçemi ve temporal tabiatı yönünden teşrih edebilirsiniz; eleş-tirelligin, 'aşma'nın gereği budur. Ancak Tehlikeli Oyunlafı ve bilhassa da Korkuyu Beklerken'i okumamışken kalkıp da Oğuz Atay'ın romancılığı hakkında kesin bir görüş bildirmek, hakikaten son derece "sıg ve yapay" olacaktır.

        Esasen, bu tarz gel-geç münakaşaların gelip düğümleneceği yer, tek cümleden ibaret: Aslolan eserdir... Bunun ne denli şaşmaz, ebedi bir ölçü olduğunu, yakın zamanda bir Batı Anadolu kasabasının düğün salonundan bozma kültür merkezinde tesadüfen dinleme bahtiyarlığına eriştiğim bir konser vesilesiyle bir kez daha müşahede ettim. Wolfgang'ın ve Ludwig van'ın tecrübelerine eşik olan sesler, 200 küsur yıl sonra bambaşka bir manzarada, yirmilerinde bir gencin flütü vasıtasıyla yeniden sem'aya katılıyordu...

        Hâsılı, maksat ve maksut eser olduğuna göre, üretilmiş bulunan her tür 'dokunulmazlık' berhava edilmeye müstahaktır zannımca. Zira dokunulmazlık zırhının korumak üzre giydirildigi şey eserin kendisi değil, kişidir; kişi kültünün korunması ise bir edebiyat problematiginden ziyade, bir 'fanlık' meselesidir. Dolayısıyla, zırhı ne kadar kalın, ismi ne kadar şişirilmiş olursa olsun, çiğnediği çiklet ne kadar 'hikmet' zannedilirse zannedilsin, eserse aslolan, Yahya Kemal'den Hâşim'e, Nâzım Hikmet'ten Necip Fazıl'a, Tanpmar'dan Kemal Tahir'e, Attila İlhan'dan Yaşar Kemal'e, Sezai Karakoç'tan Cahit Zarifoglu'na, Hilmi Yavuz'dan İsmet Özel'e hiçbir isim 'dokunulmaz' değildir, vesselam!..

        TURAN KARATAŞ

        'Yaşayan 'büyüklerimize' kolay kolay dokunamayız'

        Edebiyatımızda "dokunulmaz" demeyelim de, olumsuzlukları/eksiklikleri gösterilemez şair ve yazarlar/eserler az değildir. Hak ettiğinden fazla itibar görenler de. Hep yakındığımız bir derdimiz var: Biz doğru dürüst eleştirmeyi bilmiyoruz. Eleştirmenin nesnesi olan eseri önümüze koyduğumuzda, onun değerinden çok, alışkanlıklarımız, çıkarımız, ilişkilerimiz, ideolojimiz/dünya görüşümüz öne geçiyor. Soğukkanlı, insaflı ve tarafsız olamayışımız, eleştirel genetiğimiz sanki. Yıllardır 'ya sev, ya söv' körlüğünden kurtulamadık, kurtulamı-yoruz. Şimdi kalksın, sol dünya görüşüne sahip bir yazar, Yaşar Kemal'in eserlerinin olumsuzluklarını göstersin bakalım! Alimallah, "camiadan" dışlanır. Aynı şeyi dindarlardan biri,

        Sezai Karakoç'un eserleri için yapsın, aynı sonucu yaşar. Bilhassa yaşayan "büyüklerimize" kolay kolay dokunamayız, hangi cenahtan olursa olsun. Onlann gözü kara muhipleri, müritleri vardır. Ölenlerin ardından konuşmak daha kolay. Kul yapısının, bir şekilde bir tarafının eksik olacağına inananlardanım. Bir yapıtın değerli taraflarını gösterdikten sonra eksikliğine de işaret edilse ne olur? Bir yapıtı ya da yazan, kendi özgül değeri değil de, "dokunulmazlık" zırhı ile korumak, ona ve sahibine yarar yerine zarar getirir. Çünkü günün birinde bir taş atan çıkar "sırça köşk"e ve tuzla buz olur "sözde yapıt"ımız. Kıymetli eserlere de uluorta, olur olmaz söz atmak, söz sahibinin bir eksikliğinin işareti olsa gerektir.

        ABDÜLKADİR BUDAK

        'Edebiyatta put yoktur, varsa da yıkılmalıdır'

        Ön kabullerle, olumlu anlamda şartlanmalarla okunan kimi yazarların, şairlerin varlığı doğrudur. Okunmakla kalmayıp yine yazarın, şairin lehine olarak değerlendirilmesi de... Okurlar için ne derece geçerlidir bilemem, ama edebiyat eleştirisinin ve onu yazacak kişinin bundan etkilendiği açıktır. Yani, ele alacağı yazarın, şairin ya da yapıtın, özünde genel izlenime bağlı kalınarak güya yeniden değerlendirildiğine rastlarız. Bu, biraz da ele alınacak yazar ya da şairin ideolojik tutumuna, siyasi görüşüne, sözün özü sağda mı, solda mı oluşuna da bağlıdır. Okur ya da eleştirmenin dünya görüşü, siyasi öncelikleri ile okuyacağı, ele alacağı, değerlendirmeye tabi tutacağı yazar ya da şairinkiyle örtüşüyorsa bu biraz daha kaçınılmaz hale gelir. Klasik bir örnek olacak ama, her ikisinde de bolca fireye rastlanmasına karşın, sol okur ya da eleştirmenin Nâzım Hikmet'e, sağcı ya da İslama olarak bilinen okur ya da eleştirmenin Necip Fazü'a kolay beri dokunamadığı ortadadır. Demem o ki, "dokunulmazlık" zırhını bir yazar ya da şaire giydiren biraz da onu okuyacak ya da değerlendirecek olanın ideolojik öncelikleri, siyasi tercihleridir. Çok seyrek de olsa, her iki görüşün, zaman içinde ortaklaşa "dokunulmazlık biçtiği" yazarlara, şairlere de rastlanabilir. Bugünkü gözle okunan Ahmet Hamdi Tanpınar'da, Oğuz Atamda, şimdilerde Hasan Ali Toptaş'ta olduğu gibi...

        Yaşayan şairlerden iki örnek vermek gerekirse, "kraldan çok krala" denilebilecek kişilerin, örnek aldığı kimseye "dokunulmazlık" bahşettiği açıkça görülecektir. Hilmi Yavuz ve İsmet Özel'in ardıllarına bir bakalım. Ateşli savunucularına yani. Zaman içinde siyasi görüşlerinde, ideolojik tercihlerinde değişme görülmüş bu iki şairin, iz sürücülerinden çoğu burayı es geçebilmiş. Onlar her durumda, herhalde bu iki şairi sevmeye devam edebilmişler. Bu da, bizim yukandaki tezimizi çürütmeye yetebilir. Yani bir yazar ya da şaire bahşedilen dokunulmazlığı, kendisinin bile geri alamadığını örnekler. Cemal Süreya sözgelimi, İsmet Özel için "Solcuyken ne yazıyorsa, sağayken de aynı şeyleri yazıyor" mealinde bir şeyler demişti. Bu şair, "Amentü"den sonra bile uzunca bir süre solun gözdesi olmayı sürdürmüş, İslami kesimde kendine yer ararken şiirlerini Memet Fuat'a yollamaya devam etmişti. Yakınlarda, "içeriden" birinin, Celâl Fedai'nirt bu şairi eleştirmesi üzerine başına neler geldiğini gördük. Hilmi Yavuz'un İsmet Özel gibi sert geçişler göstermemesine karşın bugünkü yeri, düşünce yapısı ortadadır. Buna karşın soldan çok sert eleştiriler almaz kolay kolay, ilk üç kitabıyla bile o kesimdeki değerini korumayı sürdürür.

        Bilen bilir, Sincan İstasyonu'nun bir sayısı " Putlan Yıkmak Değil de..." başlığını taşıyor, ardından da soruşturma konusu yapılıyordu. Dokunulmazlık edinmiş bir şair ile (Nâzım Hikmet), bir şiir döneminin (İkinci Yeni) yol açıcı olmaktan çıkıp yol tıkayıcı olmak noktasına geldiklerine vurgu yapılmıştı. Şiirimizin gelişmesi bu iki "sendrom'dan kurtulunmasına bağlı denmişti. Sert eleştirilere muhatap kalınması bir yana, derginin yayın yönetmeninin şair oluşuna bakılarak, bir "kompleks"e vurgu yapanlara bile rastlanmıştı. Ne demiştik oysa, şöyle demiştik: "Bugün hâlâ hemen her fırsatta, her yazıda Nâzım Hikmet'ten dizeler anılıyorsa, başta İkinci Yeni'nin beş atlısı (T. Uyar, C. Süreya, E. Cansever, İ. Berk, E. Ayhan) olmak üzere, alıntılar yapılmakta ısrar ediliyor ve şiir görüşleri değişmez referanslar olarak görülüyorsa, Türk şiiri bundan kazançlı çıkmıyor olsa gerektir. 'Nâzım aşılamadı, İkinci Yeni aşılamadı' demek, buna inanmaya devam etmek şiirin geleceğine gönüllü kurulan bir tuzaktır. Parlamaya meyilli nice şair, biraz da bu gölgelerin karanlığa dönüşmesinden ötürü heba olup gitmiştir. 'Daha iyisi yazıldı da biz mi görmedik?' sorusunu sormak kolay da, önyargıyı kırmanın atom çekirdeğini kırmaktan daha zor olduğu da bir gerçektir. Evet, belki de öyledir; bu şairleri biraz da önyargının kolaycılığıyla seviyoruzdur. Yeni bir zahmete girmeden kolayca, alışkanlıkla. Bilgilerimiz bunlarla sınırlı kaldığı için belki de. Yeni bilgiler için yeni çabalar gerekir değil mi? Nâzım Hikmet'ten, İkinci Yeni şairlerinden ezberlenen dizeler dururken, yenisini ezberlemeye ne gerek var? Onlar şiir ihtiyacımıza yeterince karşılık geliyordur belki de. Belki de değil, öyle." {Sincan İstasyonu, Mart 2010, sayı: 31)

        Dokunulmazlara dokunmayı göze almaktan öte bir şeydi yaptığımız; bu bile şimşekleri üstümüze çekmemize yetti. Dokunabilirdik de aynca; bugün bizi Nâzım Hikmet'i yok etmeye çalışmakla suçlayan kimi solcu dostlanmız, bu büyük şairin de yola böyle çıktığını nasıl unuturlardı? Edebiyatta put yoktur, varsa da yıkılmalıdır. Dokunulmazlık diye bir şey yoktur, adil olunması koşuluyla "yeniden degerlendime" ya da en azından "başka bir gözle okuma" diye bir şey vardır. Edebiyat tarihî koşullanmalardan sıyrılarak yeniden yazılabilmelidir.

        İHSAN DENİZ

        'Sebep, ideolojik kör bakış'

        Dokunulmazlık elbette vardı. Elbette var. Elbette olacak. Dahası, elbette olmalı! Olmalı, zira hayatta hiçbir şey aynı/benzer terazide tartılmıyor! Yani şöyle: Kimi eser 'dokunulmazlık'la, kimi yazar/şair 'fazla itibar görmek'le tartılacak; kimi 'haksız eleştiriler'le, kimi de 'hiç itibar görmemek'le.. Bunun önünü alamazsınız! Hayatın önünü alabilir misiniz? Ve fakat terazinin ölçüsü 'estetik olan'sa, dünyanın cennet bahçelerinden bir bahçe olmadığı ortaya çıkacaktır! Sebep mi? İdeolojik kör bakış!.. Daha ne olsun?

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ