Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar "En büyük tehlike atom bombası değil kibir"

        Gülenay BÖREKÇİ/Habertürk Gazete

        gborekci@chy.com.tr

        Tosun Bayrak’la bu röportajı, yılda 2 ay kaldığı Kanlıca’daki evinin verandasında yapıyoruz. Müslüman olmadan önceki adı Jean Linder olan heykeltıraş eşi Cemile Bayrak’la, Spring Valley’deki evlerine, zikir ve âyinlerin mekânı olan mescid/tekkeye dönecekler yakında. Hakkında iki kitap var elimde... Birincisi Timaş Yayınları’ndan çıkan hatıratı, ikincisi Yahşi Baraz Galeri’nin çıkardığı “Sıradışı Bir Hayattan Sıradışı bir Sanata” adlı sanat kitabı. Biraz heyecanlıyım, çünkü Tosun Bayrak, okuduğum ve bizzat karşımda gördüğüm kadarıyla tanıdığım hiç kimseye benzemiyor. Hayatındaki baş döndürücü U dönüşlerine gelince; bence onlar birbirine zıt şeyler değil aslında. Dinledikçe anlıyorum, hepsi uzun bir arayışın safhaları.

        Hali vakti yerinde olduklarını biliyorum ama nasıl bir aileydi sizinki?

        Annem Osmanlı’ydı, babam Türk’tü.

        Nedir aradaki fark?

        Osmanlı’da Arap vardı, Arnavut vardı, Rum vardı, Ermeni vardı... Yahudi para işleriyle meşgul olurdu, Ermeni mücevherat yapardı, Bulgar bahçıvandı, Rum meyhane işletirdi... Çocukluğumda Arnavutköy’de bile böyleydi.

        Onlardan ne kaldı size?

        Babam adaletsizliğe dayanamazdı, ondan bana bir öfke kaldı. Eskiden çok kızgın bir adamdım.

        Nelere kızardınız?

        Her şeye. En çok da adaletsizliğe. Aç, evsiz, eziyet gören insan olmaması lazım ama bu dünya adaletsiz bir yer. İnsanlar arasındaki kavgalarda mesele hiçbir zaman din, iman, siyaset değil. Asıl sebep başka. Ekmek kavgası. Mangır. Çok acayip bir hal. Hem de Allah bize insan-ı kâmil olmak için ihtiyacımız olan her şeyi vermişken. Ben de işte kızgın biriydim. Komünist oldum, bağırıp çağırdım, dertten derde soktum başımı. Bak, sesim değişiyor şu hayatta şahit olduğum bazı şeyler aklıma gelince, sinirleniyorum gene.

        "LANETLİ TÜRK’ÜN ÖFKESİ"

        İçinizdeki bu öfke ressamlığınıza da yansımış. Guerilla art, shock art gibi disiplinlere merak salmış ve şoke eden işler yapmışsınız.

        Evinin dekorasyonuna, perdene uygun çiçek böcek resimleri yapmak değildir sanat; din hocalığı kadar mühim bir iştir. Nitekim bu yüzden bütün dinler sanatı kullanmıştır. İslam’da yasak deniyor ama hüsn-ü hat sanat değil mi? Daha sembolik bir dil kullanılıyor İslam’da ama o da bir estetik ifade şekli. Şu da yanlış anlaşılıyor hep; estetik nizama dair bir şey, güzellikle alakası yok. Şeylerin birbirlerine uygun olup boy bakımından, renk bakımından, şekil bakımından, mânâ bakımından anlaşması meselesi. Allah’ın yarattığı her şey birbiriyle alakalıdır. İyisiyle, kötüsüyle... Düşmanca değil, dostça bir alakadır bu. Sanatın maksadı da bunu göstermektir. Oysa insan Einstein kadar zeki olsa bile, görmek istediğini görür, gördüğüne de hep hayal karışır. İşte ben insanlara görmek istemeyecekleri şeyleri gösterdim, kendilerini kandırmalarına müsaade etmedim.

        “Lanetli Türk” diyorlarmış size...

        İnsanın gördüğü şeylerin dışında da görmesi icap eden çok şey var. Bir hayvanı kestikten sonra iç organlarına bakmaya yüreğimiz elvermiyor, başımızı çeviriyoruz. Bak yahu, senin içinde de aynısı var. Bak ve gör kendi içindekileri. Gerçi daha içeri şeyler de var ama onun resmini yapabilen yok. (Gülüyor.)

        Şöhretin doruğunda bıraktınız...

        Sanatın kötü bir yanı var. Dünyaya hâkim olsan bile gücünü bir yere kadar kullanabilirsin. Padişah olsan, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” denir. Muktedirin gururu, en sıradan sanatçının gururunun yanında solda sıfır kalır. Çok acayip şeydir sanatçı kibiri. Bir sergi açarsın, hakkında iki makale çıkar, dünyanın en büyüğü gibi hissedersin. Hele güzel hatunların hayranlığı iyice kendini beğenmene yol açar. “Olacak iş değil” dedim, beğenmedim böyle hissedişimi.

        Demek ki sırf dünyayla değil, kendinizle de mücadele ediyormuşsunuz?

        Dünyayla mücadele falan etmedim ben, küfredip durdum, kavga ettim. Mücadele bambaşka bir şey, insanları örgütlersin, yolunda gitmeyen şeyleri değiştirmeye uğraşırsınız. Ben, hiddetimi kustum.

        Kendinizi komünist olarak tarif ediyordunuz. Hayatınızı okurken hep manevi bir arayış içinde olduğunuzu hissettim...

        İslam’la hep ilgileniyordum. Bir sürü şeyhe gittim, değerli insanlardı. Ama sonra Muzaffer Efendimizi ediyormuşsunuz? Dünyayla mücadele falan etmedim ben, küfredip durdum, kavga ettim. Mücadele bambaşka bir şey, insanları örgütlersin, yolunda gitmeyen şeyleri değiştirmeye uğraşırsınız. Ben, hiddetimi kustum.

        "SÖYLEDİKLERİNİN HİÇBİRİ DEĞİLİM”

        Kendinizi komünist olarak tarif ediyordunuz.

        Hayatınızı okurken hep manevi bir arayış içinde olduğunuzu hissettim... İslam’la hep ilgileniyordum. Bir sürü şeyhe gittim, değerli insanlardı. Ama sonra Muzaffer Efendimizi görüp orada kaldım.

        İslam anlayışı nasıldı şeyhiniz Muzaffer Özak’ın?

        Peygamber Efendimizin zamanındaki gibi. İslam’ın ilk günlerindeki gibi. Muzaffer Efendi dini kolaylaştırır, güzelleştirirdi. O kadar güzelleştirirdi ki hakikaten Müslüman olarak yaşamak isterdiniz. Müthiş bir âlimdi. Her mevzuda konuşabilirdiniz, sanat, tarih, siyaset, felsefe... Eline bakınca babamın elini görüyormuş gibi hissederdim. Tahsilli, servetli insanlar da gelirdi, “aşağı tabaka” dedikleri adamlar da. Muazzam bir eşitlik vardı. İnsan şeyhine âşık oldu mu o ne derse yapar, ister hayır, ister şer... Ben öyle sevdim efendimi. Allah rahmet eylesin.

        Önce derviş, sonra şeyh oldunuz...

        İsmen derviş olduk. İsmen şeyh olduk. İsmen ressam olduk. Söylediklerinin hiçbiri değilim.

        Nesiniz peki?

        Hakikaten bilmiyorum. Şunu biliyorum: Allah bana her şeyi verdi. Uzun bir ömür, kuvvet, kabiliyet verdi. İyi tahsil gördüm. Bir türlü adam olamadım gerçi; o okullar yetmedi bana. İş hayatımda başarı verdi, sanat hayatımda muvaffak etti. Çok şey gördük. Görmek için gören göz lazım, onu da verdi. 30 yaşımda değildim, zengin oldum. Ama bütün bunlar tuzlu geldi bana, başıma çok dert açtı. Allah da zaten hepsini geri aldı ama yerine çok tatlı başka bir şey bıraktı. İman verdi, Muzaffer Efendimizle tanışmama vesile yarattı. Şimdi New Jersey’de 200 evladım, bir sürü de torunum var. Aile gibiyiz. Dizlerim tutmuyor, kulağım zor işitiyor, omuzlarım ağrıyor ama dertlerini dinliyor, çözmeye çalışıyorum. Galiba hâlâ tuzu seviyorum, ağzımda kalan o tadı arıyorum. (Gülüyor.)

        Gençken huzursuz bir ruhtunuz, öfkeliydiniz... Size benzeyen birine ne tavsiye edersiniz?

        En kötü hastalık kanser ya da verem değil. En büyük tehlike harp değil, atom bombası değil. İnsanın başına gelen en korkunç belâ, kibir. “Ben herkesten iyiyim, en doğrusunu ben biliyorum” demek, kendini herkesten üstün saymak. Ama az ama çok hepimizde var bu. İslamiyet’te, tasavvufta, insaniyette bütün gayret, adına ego denen acayip mekanizmayı yenmek için. “Onu yok et” de demiyorum; o zaman ölürsün. Etrafına bakacaksın, içine bakacaksın ve hep tetikte olacaksın. “Ben” lafı, çok kötü bir laf. Sen söylemiyorsun onu, egon söylüyor, unutma. Ama egonla konuşabilir, ehlileştirebilirsin. Canı şarap istiyor mesela, dersin ki “Gel sana mis gibi çay demleyeyim”. Komşunun hatununu arzuluyor, “Boşver, senin hanımın daha güzel” dersin.

        Maceralı upuzun bir hayatın kısa hikâyesi

        Çanakkale savaşında bir kolunu kaybeden Yüzbaşı Hasan Tursun’un oğlu Tosun Bey, ilk ününü 4 yaşındayken “Gürbüz Çocuk” yarışmasında birinci olarak kazanıyor. Büyüdükçe çarpıcı zekası, karizmatik kişiliğiyle Robert Koleji’nin en sevilen öğrencilerinden oluyor. “1940’ların entelektüel ortamında Robert’in çok mühim bir yeri vardı” diye anlatıyor. Önceleri Gurdjieff’in yazdıklarını ve yakın arkadaşı Bülent Ecevit’in çok sevdiği Tagore’u okuduktan sonra Budizme merak sarıyor. Yetmiyor, güreşe ve şiire başlıyor. Katıldığı müsabakalardan birinde dönemin yenilmez sayılan güreşçisi Çoban Mehmet’i yeniyor. Bir yandan da serbest vezinle gelenekleri paramparça eden şiirlerden oluşan iki kitap yayınlıyor. Berkeley’de resim ve mimarlık eğitimi alıyor. Bitirince Londra’da sanat tarihine devam ediyor. Ev arkadaşları, sonradan siyaset ve sanat hayatımızın önde gelen simaları haline gelen Bülent Ecevit ile Can Yücel. Huzursuz bir ruh ya; orada da kalamıyor, Paris’te modernist sanatın büyük ressamları Fernand Léger ile Andre Lhote’un atölyelerinde çalışıyor. Sonrası çok maceralı upuzun bir hayat. Fas’ta yaşadığı yıllarda 250 işçi çalıştıran bir fabrikanın ve 6 mağazadan oluşan bir zincirin başına geçiyor, “Hazır Elbise Kralı” lakabıyla anılıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin fahri Fas Başkonsolosu oluyor, rahat durmayıp oralara cumhuriyet rejimini getirmeye kalkıyor, günah keçisi ilan ediliyor, peşine düşülüyor... Tam tutuklanacakken, sahip olduğu her şeyi alelacele değerinin çok altına satıp ABD’ye kaçıyor. Sanata dönmesi bu döneme denk geliyor; önce ressam olarak, sonra da ortalığı birbirine katan irkiltici performanslarla tanınıyor. Bunların hiçbiri ruhunu teskin etmiyor. Halveti Cerrahi Şeyhi Muzaffer Özak’la tanışınca Sufi geleneğine gönül veriyor. Özak’ın isteğiyle önce derviş oluyor, sonra şeyhlik mertebesine erişiyor.

        ‘Erdoğan İslamist değil sosyalist ihtilal yaptı’

        “İslam, Batı için ideal düşman. Müthiş bir düşmanlık var. Sırf orada değil, bizde de. İslam düşmanı Yahudi gördüm, Hıristiyan gördüm ama İslam düşmanı Müslüman kadar fenasını görmedim. Çok acıklı! ‘80 sene ben yönettim, o köyünde oturdu. Eyvah şimdi köyünden çıktı, tahsil gördü, zengin oldu. Benim zenginliğim azalmasa da fark etmez, kulübede oturan adam nasıl olur da yandaki apartmanda oturur. Yallah! Köyüne dön, tezek yak.’ Halet-i ruhiye bu. Önyargılar keskin, katı. ‘Köylü milletin efendisidir’ demişti Atatürk, unutmuşlar. O yüzden Erdoğan aslında sessiz bir ihtilal yaptı, İslamist değil, sosyalist bir ihtilal bu.”

        ‘Türk sanatının en avangard ismi’

        Sanat tarihçisi Oğuz Erten, Tosun Bayrak için “Sanatımızın en avangard ismi” diyor. İnanılmaz işleri var. 1968’de New York Riverside Müzesi Parkı’nda “Bir Arabanın Ölümü” adlı bir “kaza heykeli” sergilemiş. New York Times şöyle yazmış: “Müzeye uğrayıp o korkunç şeyleri görün. İki ayak kesilmiş gibi. İçine et doldurulmuş bir çift asker postalı, domuz kafalı bir plastik kadının ağzından ceninler fışkırıyor, plastik bir kadın gövdesinde canlı bir yılan dolaşıyor.” Art Dergisi’ne göre “sürrealist, mistik ve dinsel” bir sanatın temsilcisi olan Bayrak, “dantellerle ve dışkıyla kaplı unutulmaz imgeler yaratıyor. Eserleri, en gizli ve azaplı korkularımızın gaddar görüntülerini içeriyor. İnsanın ıstırapları, zayıflıkları, sapkınlıkları, iştahı, aklı, cinneti açıkça sergileniyor”. “İnsanları şoka uğratarak tevazuyu öğretmek, hayatı olduğu haliyle kabul etmelerini sağlamak istiyorum, bu şekilde daha iyi insanlar haline gelebilirler” diyen Bayrak, 1964’te “Kuran’dan Bir Sayfa” isimli tabloyu yapmış, 1970-71’deki performanslarda Mesnevi’den yararlanmış. Bir röportajda, “Orta Asya-Bizans-İslamTürk sentezini kuvvetlendirmeliyiz. Türkiye’de yaşasam kilim dokur, hüsn-ü hat öğrenirdim” demiş.

        ‘İslam’da kadın ve erkek eşittir’

        “İslam’da kadınla erkeğin eşit olmaması diye bir şey yok. Halihazırdaki şeyhimiz dahi bunu söyleyebilir ama ben söylemem. Bak, Cemile Hanım’a; şeyh. O da ihvanının meseleleriyle meşgul oluyor, benim yaptığım her şeyi fazlasıyla yapıyor. Hacca birlikte gidiyoruz. Peygamberimizin huzurunda 12 katibe vardı, ayetler indikçe kaydeden. Başları açık mıydı kapalı mı, bilmiyoruz. Ama o annelerimiz sayesinde bugün Kuran’ı okuyabiliyoruz.”

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ