Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son yıllarda organik beslenme, doğal yaşam, katkısız hayat gibi konulara amma kafa yorduk. Ekolojik pazarların peşinde koştuk, köy yumurtası seçtik, keçi sütü istedik, yüzdüğümüz yüzme havuzunun ph seviyesini araştırdık, o mağaza senin bu mağaza benim, doğal tabaklanmış deri ceketi aradık.

        Bahçede inek besleyip, balkonunda domates yetiştirenler bile oldu.

        Sorun şu ki, doğal yaşama çabamız hiç “doğal” değildi. Oldukça devşirme bir tavır içerisinde, yıllar yılı yapayla koyun koyuna yaşayan bizler, birden bire doğalın koruyucuları olduk.

        Aslında niyet iyiydi; insanoğlunun yaşayıp yaşayabileceği, tek bir ömür mevcutsa, onu da doğal yaşayabilme şansı varsa, her şey normal, “doğasına uygun” olacaksa, neden anormaline eyvallah etsinki?

        Takdir edersiniz ki, her yükselen eğilim gibi, doğal yaşama eğiliminin de arkası gelmedi. Kof çıktı. Üzerinde “katkısızdır, içiniz rahat olsun, doğaldır” yazan ambalajlı atıştırmalıklardan öteye gitmedi.

        Nitekim bunca yapay detay arasında, doğal kalma çabası zaten beyhudeydi. Bu aralar her nedense, kafama yine doğal yaşam başlığı takılıyor.

        Ancak biraz farklı bir biçimde. Şöyle ki; ne bizlerin, ne de çocuklarımızın doğalına uygun yaşamadığına inanıyorum. Ancak parayla satın alınan doğallıktan bahsetmiyorum.

        Ya da şehirdeki evini satışa çıkartıp, ormanın göbeğine taşınıp, Survivorcılık oynamaya doğal denmesinden de söz etmiyorum. Bayağı bayağı doğal işte.

        Doğamızın gerektirdiği gibi... Nitekim içgüdülerimize karşı çıktığımızı, içimizden bir sesin söylediklerini duymamazlıktan geldiğimizi, canımızın çektiği gibi değil, kitaplarda çekmesi gerektiği söylendiği gibi yaşadığımızı düşünüyorum.

        Organik maydanozdan geçtim

        Sanıyorum henüz on ya da on bir yaşındaydım. Evimizin bir ferdi olan Spaniel Cocker cinsi köpeğimizin midesi bozuldu. Büyük tuvaleti ile komuta merkezi arasında genel bir irtibatsızlık hali diyebiliriz.

        Kendini, daha önce hiç olmadığı biçimde yeşillik yemeye adadı. Gördüğü her yeşili büyük bir hırsla midesine indirdi. Derken iyileşti.

        Daha doğrusu kendini iyileştirdi. Doğalına uygun beslendi, içgüdüsüne kulak verdi. Benim de canım ara ara olmayacak şeyler çekiyor mesela, ama kitaplar “yok, olmaz” diyor. Şeker diyor, karbonhidrat diyor, çok yaşamazsın, yazık edersin, arkandan ağlarlar diye ekliyor. Belki de sağlığım için, sistemin işlemesi, çarkın dişlisi için o an onları yemem gerekiyor. Ama reddediyorum. Mesela katiyen uykumu alamıyorum; kafa kararır kararmaz uyusam, aydınlanınca da uyansam kendimi daha iyi hissedeceğim, ama bu da günümüzün “normalleri” çerçevesinde değil.

        Uykusuzluğa direniyorum. Ya da mesela iki yaşında anaokuluna başlattığımız çocuklarımız arkamızdan ağlayınca canımız sıkılıyor, ayıplıyoruz.

        Ağlamasını engelliyor, inatla henüz 24 aylık olduğu gerçeğine karşın, olması gereken insanın yanından “annesinin kucağından” alıp, kendini güvensiz hissettiği bir ortama sokuyor, alışırsa seviniyor ve buna “sosyalleşme” diyoruz. Sorun şu ki; bırakın doğal yaşamayı, katkısız beslenmeyi, biz kendi tabiatımızı reddediyoruz.

        Organik maydanozdan, deniz çipurasından geçtim, ben kendi “doğalıma” uygun yaşamak istiyorum.

        Diğer Yazılar