Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        PEK çok kişiyi kıskançlıktan çatlatacak bir haberim var.

        Önceki gün öğle yemeğini kiminle yedim biliyor musunuz?

        Kevin Spacey ile.

        3. Richard’daki rolü için bir süredir İstanbul’da bulunan ve bu akşam son oyundan sonra ayrılacak olan eski Hollywood yıldızıyla.

        Hiç hesapta olmayan bu yemeği organize eden IWC oldu.

        International Watch Co. Son yıllarda giderek yıldızı parlayan saat markası. Kevin Spacey, meğer bu markanın yüzüymüş. Bu nedenle de bir yemek organize etmişler.

        Gazeteci olarak ben, Ertuğrul Özkök vardık. Bir de medya patronu Ali Karacan. Kardeşi Ömer Karacan. Dünya çapındaki diş hekimimiz Galip Gürel ve birkaç saat meraklısı.

        İstanbul’un tek farklı restoranı Mimolette’te buluştuk. Kevin Spacey de ekibinden iki arkadaşıyla birlikte geldi. Ayağında bir blucin, üzerinde beyaz bir gömlek. Son derece alçakgönüllü. Hoşsohbet, özgüvenden gelen bir tevazu içinde, tatlı bir adam.

        3 saate yakın sohbet ettik. Oscarlı bir sinema oyunculuğundan tiyatroya geçişini sorduk. “Ben aslında tiyatrocuyum. Sinemaya geçişim sonra oldu” dedi. Bir tiyatro oyuncusuyken “Sinemada ne yapabilirim” diyerek denemek istemiş. “10 yıl oyunculuk yaptım. Sarmadı beni. Çünkü sinema, oyuncuların alanı değil. Orası yönetmenlerin oyun alanı.

        Yönetmen bir tablo çiziyor. Oyuncu o tabloda bir renk, bir desen. Onu istediği yere konduruyor, istediği yeri veriyor. Oyuncu için tatmin edici bir yer değil orası” dedi. 10 yıllık Hollywood macerasından sonra sıkılıp bırakmış. “Baktım ki becerebiliyorum ama tatmin olamıyorum. Tiyatroya döndüm” dedi. Kendisine kapısını açan Oldvic tiyatrosu olmuş. 2003’ten beri 3. Richard’ı oynuyor. Evini de Londra’ya taşımış. “Los Angeles’ı bırakmak zor olmadı mı?” dedim. “Asla Los Angeles’ta yaşamadım. Zaten New York’taydım. Londra çok daha iyi geldi. Avrupa’yı daha çok seviyorum” dedi.

        “Londra’da göçmen olarak yaşıyorum. Oturma iznim var, çalışma iznim var ama İngiliz vatandaşı olamadım.” 3. Richard’la turnedeler. Avustralya, Katar, Çin geziyorlar. Türkiye’den Napoli’ye gidecek. Oyunun 4 dekoru varmış. Her biri oyunculardan önce oyunun sergileneceği şehre gidiyormuş. “Avustralya’da 63 yıl sonra bir İngiliz kumpanyası, Shakespeare’in 3. Richard’ını oynayacak. Benden önce son olarak Sir Laurence Olivier gitmiş oraya bu rol için. Vivien Leigh’le birlikte.” “Kendinizi onunla kıyaslıyor musunuz?” “Hayır. O Vivien Leigh’le yatıyordu. Ben öyle bir şey yapmıyorum” dedi gülerek.

        Yunanistan’da antik bir tiyatroda 14 bin kişiye oynamış. Çok hoşuna gitmiş: “Tarihin bir parçası gibi hissettim kendimi.” Sinema ile tiyatronun farkını sorduk. “Sinemada sizin performansınızın önemi yok. Bir standart var. Yönetmen onu yakalayıncaya kadar gidiyor. Ama siz ne yaparsanız yapın sonuç yönetmenin onu nasıl yansıttığına bağlı. Tiyatroda ise yönetmen önemli ama sonra sahne sizin. Ne kadar iyiyseniz, o kadar başarılı oluyorsunuz. Aslında sporculuk gibi. Bir gün daha iyi performans sergiliyorsunuz, daha iyi oynuyorsunuz. Bir sonraki gün daha kötü olabiliyorsunuz. Sürekli formda kalmaya çalışıyorsunuz. Tam bir sporcu gibi. Takımın performansı oyunu etkiliyor. Oyunculardan biri çok iyi oynarsa takımı kurtarıyor.” Peki ya seyirci. Seyirci etkiliyor mu performansı? “Etkilemez mi? Seyirciye bağlı olarak oyuncunun hali değişiyor. Bazen daha ironik oynuyorsunuz. Bazen daha ciddi. Bazen daha esprili bir tavırla. Seyircinin tepkisi yönlendiriyor.” Sahneden seyirciyi görüyorsunuz yani!

        “Tabii ki görüyoruz. İstanbul’daki ilk oyunda önde 13-14 yaşında bir çocuk oturuyordu. Oyunun o bölümünde ‘Bu kadınlar ne diyor böyle’ gibi bir cümle vardı. O an çocukla göz göze geldik. Suratını buruşturup ‘Ben ne bileyim’ der gibi bir hareket yaptı. Gülmeye başladım.”

        Oyun Shakespeare’den. Çok uzun bir metin. Ezberlemek güç değil mi? “Aklınızla ezberlerseniz güç. Kalbinizle ezberlerseniz kolay. Oyunun içine girip, oyunu yaşamaya başlayınca bir şekilde ezberleniyor. 3. Richard, Shakespeare’in Hamlet’ten sonra başroldeki oyuncuya verilen en uzun metne sahip. Ama kalbinize işlediniz mi ezberleniyor.”

        Peki hiç unutmuyor musunuz? “Unutmuyorsunuz ama bazen ağzınızdan çıkan farklı olabiliyor. Bir gün bir cümleye başladım, uzun ağır bir cümle. Bir de baktım ağzımdan metinde olmayan anlamsız bir bitiş çıktı. Karşımdaki oyuncudan başka kimse anlamadı. Shakespeare’de böyle bir şansınız var. Herkes biliyor ama kimse bilmiyor. Kaynadı gitti. Tabii karşımdaki gülmeye başladı.”

        Rolünün hayli zor olduğunu, 3 saat boyunca sahnede sakat bir bacakla dolaştığını hatırlatıyoruz. “Zor ama sahneden arkaya geçtiğim anda normal yürümeye başlıyorum. Sahnede yine topallıyorum. Her oyundan sonra uzun bir masaj yaptırıyorum. Ama sahnede bir acı, bir sıkıntı hissetmiyorum.”

        Sam Mendes’in oyun yönetmeni olarak da çok başarılı olduğuna değiniyoruz. “Evet. Sam zaten tiyatrodan sinemaya geçen bir yönetmen. Zaten en başarılı yönetmenler tiyatrodan gelenlerdir. Burada da büyük iş çıkardı. Hikâyeyi çok basit ele aldı. Çok anlaşılır biçimde ama orijinal metne yüzde yüz sadık kalarak aktardı. Tabii Shakespeare’in de dehası önemli. Bütün oyunları zaman dışı. Zamansız. 1600’lerdeki bir hikâye bugün aynen geçerli bir öykü. Hem eski, hem çağdaş. Bu yönetmenlerin işini kolaylaştıran, yorum yapmalarına imkân veren bir durum.”

        Peki tiyatro sürecek mi, yoksa sinemaya geri dönecek mi? “Sinemaya dönmeyi düşünmüyorum. Bundan böyle tiyatrocu olarak devam edeceğim. Asıl işim bu. Keyif aldığım şey bu. Sinema bence palavra bir iş oyuncu için. Dönmeye pek niyetim yok.”

        Türkiye’deki ilk oyun ve seyirciyle ilgili izlenimleri ne? “İlk gün izleyicisi için bir şey söylenmez. Türkiye’de değil, hiçbir yerde söylenmez. İlk günün iki tür izleyicisi vardır. İşi bilenler, eleştirmenler, oyuncular. Onlar zaten eleştirmek, açık bulmak için gelmiştir. Her şeye burun kıvırırlar. Hata ararlar. Onlar için beğenmek ayıptır. Diğeri ise ünlüler ve bedava biletle gelen davetlilerdir. Ünlüler onlardan nasıl bir tepki göstermeleri bekleniyorsa onu göstermek için gelmişlerdir. Havayı koklarlar. Genel tepki neyse ona uymaya çalışırlar. Bedava biletle gelenler de ilginçtir. Bedava olduğu için oyunun değerini bilmezler. Paralarının karşılığını almak gibi bir dertleri yoktur. Çoğunlukla beğenmeseler bile ‘Beleşe geldik. Beğenmezsek ayıp olur’ havasındadırlar.”

        Son olarak İngiltere ile ABD arasındaki fark. “Amerika’da başarı alkışlanıyor, şöhret önemseniyor. Güzel şey ödüllendirilmeli diye düşünülüyor. İngiltere ise tam aksi. Şöhretli olmak ayıp. Dünya çapında oyuncu olmak utanılacak bir şey. Az para kazanacaksın, sanatçıysan sürüneceksin. Çok para kazanırsan, hele hele dünya çapında ünlü olursan kızıyorlar. Bozuluyorlar. Beğenmiyorlar. Başarılı olmamanız için her şeyi yapıyorlar. Amerika’da başarıdan gurur duyuluyor. İngiltere’de ise utanç.”

        Daha çok şeyler konuştuk. Çok şeker, küfürbaz, fırlama bir adam Spacey. Kalanını da belki Ertuğrul Özkök yazar bir ara.

        Taziyede

        BAŞBAKAN Erdoğan’ın annesini kaybedince başsağlığı dilemek için akşam saatlerinde evine gittim.

        Çok üzgündü. Belli ki çok ağlamıştı. Babamın acısını hâlâ yüreğimde hissettiğim, onu her gün özlemeye devam ettiğim için acısını o kadar iyi anlayabiliyordum ki. Gözlerim doldu. Başsağlığı diledim. Ev kalabalıktı.

        En bildik simalardan en sıradan vatandaşa kadar herkes gelmişti. Top atsan yıkılmaz gibi duran Başbakan Erdoğan’ın gözleri şişmişti ağlamaktan. Ve o kalabalık, acıyı paylaşmak ve bir nebze azaltmak için birebirdi. Biliyordum.

        Ayrılırken elimi tuttu. “Bugünkü manşet fotoğrafınız hiç hoş olmadı. Keşke basmasaydınız” dedi. “Kadına şiddeti herkesin gözüne sokmak istedim. Bu konudaki ikiyüzlülüğü göstermek istedim” dedim.

        “Ama yine de fazla olmuş. O kadarı fazla olmuş. Şiddeti bu kadar büyük halkın gözüne sokmamak lazım” dedi. Bir Başbakan olarak değil, bir okur olarak söylüyordu bunları. “Kadına şiddetin insanların gözündeki simgesi olmasını istedim” dedim.

        “Anlıyorum ama terör gibi bir şey bu da. Nasıl ki terör haberlerini çok büyük vermemek gerekiyorsa, bu gibi fotoğrafları da çok büyütmemek gerekiyor. Kadına karşı şiddete duyarlı olmak lazım. Çok haklısın. Ama yolu bu mu olmalı” dedi.

        “Başbakanım” dedim, “Terörün pis yüzünü göstermek için terör kurşunuyla ölmüş bebeğin fotoğrafını bastık zamanında. O fotoğraf simge oldu. Bebek katili olduklarını gösterdi. Bu da öyle olsun” dedim. Daha fazla konuşamadık. Çok acılıydı. Çok üzgündü. Her fırsatta yanına koştuğu, yanında huzur bulduğu annesini kaybetmişti. Çıkarken düşündüm. Başta annelerimiz, sevdiklerimize daha çok vakit ayırmalıyız... Telefonu aldım elime, annemi aradım.

        Ne zaman adam oluruz?

        Kime kızmamız gerektiğini bildiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar