Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİZ Suriye’ye demokrasi getirilmesine “katkı” sağlayarak Ortadoğu’da barışa katkı sağlayacağımıza ve Türkiye’nin bundan avantajlı çıkacağına inanıyoruz ya! (Biz derken kendimi kastetmiyorum tabii ki.)

        Gelin bakalım, gerçekte kim kârlı, kim zararlı.

        Biz Suriye’yle kavga etmeden önce Ortadoğu’da ve bölgede durumumuz neydi hatırlıyor musunuz? Suriye’yle gayet yakın ilişkilerimiz vardı.

        Beşar Esad neredeyse Türkiye’nin Suriye özel temsilcisi veya valisi gibiydi. Suriye ise neredeyse Türkiye’nin eyaleti kıvamına gelmişti.

        Ticaret alabildiğine iyi, siyasi ilişkiler iyi ötesiydi.

        PKK’ya Suriye desteği kesilmiş, tam aksine terör örgütünün Suriye’deki arşivi Esad tarafından Türkiye’yle paylaşılır olmuştu.

        Suriye’den Türkiye’ye terör gelmiyor, tam aksine teröristler Suriye’de yakalanıp içeri atılıyordu. Irak’ın hem kuzeyi hem de merkeziyle olumlu sayılabilecek ilişkilerimiz vardı.

        İran’la komşuluk durumumuz Batı tarafından anlayışla karşılanıyordu. İran, her uluslararası sorunda Türkiye’den medet umuyordu.

        Nükleer gerilim sırasında İran’ın güvendiği tek ülke Türkiye’ydi. Buna karşın Suriye ile İsrail arasındaki gerginlik sürüyordu.

        Türkiye’nin arabuluculuk çabalarına rağmen İsrail ile Suriye bir türlü yakınlaşmıyor, Suriye’nin İsrail’e, İsrail’in Suriye’ye yönelik hasmane tutumu alabildiğine sürüyordu.

        Lübnan Hizbullah’ı, İran ve Suriye desteğiyle İsrail’e vuruyordu. Hamas, Suriye’den yönetiliyor, İsrail’le kavgasını sürdürüyordu. İran ise İsrail’e yönelik en büyük tehditti.

        İran’ın var olduğu iddia edilen nükleer silahlanma programı İsrail’i rahatsız ediyor, İran her fırsatta İsrail’i tehdit ediyordu.

        Sonra birdenbire Türkiye’nin Suriye’yle arası bozuldu.

        Gerilim hafif hafif tırmanırken birdenbire düşmanlığa varan bir noktaya geldi. Bir anda Suriye’nin can düşmanı haline geldik.

        Bu arada ABD güdümündeki İran destekli Irak merkezi hükümetiyle Haşimi yüzünden ilişkiler gerildi.

        Haşimi, Türkiye’ye kaçıp sığındı. İran’la da Kürecik radarı sonrası başlayan gerilim, Suriye nedeniyle tırmandı.

        Şimdi gelinen noktada bakıyoruz İran’ın da, Suriye’nin de ve hatta Irak merkezi hükümetinin de hedefinde artık İsrail falan yok.

        Özellikle İran ve Suriye, İsrail’le düşmanlığı bir kenara bıraktılar ve bütün oklarını Türkiye’ye doğru çevirdiler.

        Türkiye için tehdit olmadığını düşündüğümüz İran’ın nükleer silahlarının hedefi artık İsrail’den önce Türkiye.

        Her iki ülkenin desteklediği Hizbullah artık Suriye’de Esad’ın yanında ve Lübnan’da Türkleri kaçırıyor.

        Ortadoğu’daki durumdan her türlü kazançlı çıkan tek ülke var, o da İsrail. Bir yıl içinde İsrail’i hedef tahtasından çekip yerine kendimizi koyduk.

        “Bu dış politika başarılıdır ve Türkiye için hayırlıdır” diyorsanız diyecek sözüm yok. Hayrını görün inşallah!

        Her detaya tek adres

        GEÇEN hafta peş peşe meydana gelen ve pek çok canımızı yitirdiğimiz, pek çok şehit verdiğimiz olaylar sırasında Başbakan Erdoğan tatildeydi.

        Olaylar olunca, cenazelere katılmak için tatilini yarıda kesmek zorunda kaldı.

        Kabinedeki bakanlar da her biri bir cenazeye giderek devleti temsil ettiler.

        Ancak hangi bakanın hangi cenazeye katılacağına bakanlar kendileri karar vermedi.

        Başbakan Erdoğan, yola çıkmadan önce bir liste hazırladı.

        Hangi bakanın, hangi ilde, hangi cenazeye katılacağını tek tek belirledi ve bu işi bakanların kendi keyfine bırakmadı.

        Hükümeti, partiyi temsilen kimlerin nerede bulunacağına bizzat karar verdi ve bakanlar ile parti yöneticileri Başbakan’dan aldıkları talimatla cenazelere katıldılar.

        Geçenlerde iktidara çok yakın bir dostumla sohbet ederken, balık ihracatçılarının bile sorunlarını anlatmak için doğrudan Başbakan’dan randevu istemelerinden yakınıyor ve “En küçük bir mesele için bile Başbakan’ın devreye girmesini istiyorlar. Bir Başbakan bu kadar detaya nasıl yetişir” diyordu.

        Anladığım kadarıyla Başbakan her detaya yetişmekten yüksünmüyor.

        Tam aksine bundan keyif alıyor.

        Böyle YÖK olursa 80 bin boş yer kalır

        ÜNİVERSİTE yerleştirmeleri sonuçlanıp 80 bine yakın kontenjan boş kalınca herkes şaşırdı.

        Oysa bunda şaşıracak hiçbir şey yok.

        Bu kafayla “sözde üniversite” açmaya, “sözde” bölüm açmaya devam ederse YÖK, seneye 100 bin, bir sonraki sene 150 bin kontenjan boş kalacak.

        Nasıl mı olacak?

        Anlatayım.

        İktidar milletvekilleri ve iktidar partili belediye başkanları, sürekli olarak YÖK’ün kapısını aşındırıp kendi illerine veya ilçelerine “üniversite” kurulması için “ricacı” oluyorlar.

        YÖK de iktidardan gelen bu ricaları kırmamaya gayret gösteriyor.

        Elbette ki, her ile hatta her ilçeye bir üniversite kurulamayacağı için de buralara genelde “meslek yüksekokulları” benzeri, tabir yerindeyse “dandik” üniversite bölümleri açılıyor.

        Okul açılınca YÖK mecburen buralara “öğretim görevlisi” atıyor.

        Buralara, doçent veya profesör düzeyinde atama pek mümkün olmadığı için genelde araştırma görevlileri ve asistanlar yollanıyor.

        Yapılan okulların fiziki maliyetleri bir yana, buralara yollanan her bir öğretim üyesinin devlete maliyeti 1.5 milyon lira.

        Tabii ki hiçbir öğrenci bu okulları tercih etmiyor, çünkü ortada gerçek bir okul yok.

        Bu okullar tercih edilmeyince de onca masraf boşu boşuna yapılmış, “sözde” kontenjanlar da boş kalmış oluyor.

        Bu işe harcanan gereksiz parayla, ki bu milyarlarla ifade ediliyor, bir iki doğru düzgün üniversite kurmak mümkünken para sokağa atılmış oluyor.

        Geçmişte bu gibi taleplere “hayır” diyen YÖK ise artık her beldeye bir üniversite mantığıyla paraları har vurup harman savuruyor.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ

        Seviyesizlerle muhatap olduğumuzda seviye kaybettiğimizi anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar