Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2000’lerin başında yaşanan bankacılık krizi sonrasında Türk bankalarının büyük bir hızla yabancılara satıldığı dönemde pek çok yazımda bunun Türkiye açısından yarattığı risklere dikkat çekmiş ve yabancılaşma oranının çok da artmaması gerektiğini söylemiştim.

        Ali Babacan’ın geçtiğimiz günlerde sık sık dile getirdiği, “Bankalar sanayiye destek olmaktan çok tüketici kredisi veriyorlar” serzenişinden sonra ekonomi servisimiz ciddi bir araştırma yaptı.

        Türkiye’deki bankaların kredi portföylerini masaya yatırdı ve “Hangi banka sanayiyi, hangi banka tüketici kredilerini destekliyor” sorusunun yanıtını ortaya çıkardı.

        Tablo çok ama çok ilginç.

        Ortaya çıkan genel tablo şu:

        Türk bankaları sanayiyi daha çok destekliyor.

        Yabancıların kontrolündeki bankalar ise sanayiden daha çok tüketiciyi kredilendiriyor.

        Yani Türk bankaları daha çok risk alıyor ama ülke yararına davranıyor.

        Yabancı bankalar ise daha düşük riski olan tüketici kredilerine yükleniyor.

        Ekonomi sayfalarımızda yayınlanan tabloya bakarsanız bu durumu daha net bir biçimde göreceksiniz.

        Peki bu durumda ne yapılabilir?

        “Zorla güzellik olmaz” demeden, zorla güzellik getirilebilir.

        Bunun yolu da basit.

        Yapılacak bir düzenlemeyle sanayiye verilen krediler için ayrılması gereken karşılık oranları düşürülebilir, buna karşılık tüketiciye verilen krediler için ayrılması gereken zorunlu karşılık oranları artırılabilir.

        Böylelikle tüketici kredisi vermenin cazibesi düşürülebilir, bu arada tüketici kredisine olan talep de ister istemez düşeceği için bu yabancı bankalar da sanayiye kredi vermeye zorlanabilir.

        Yine de şunu asla unutmamak gerekir ki, bir ülkenin bankacılık sistemi gereğinden fazla yabancılaştırılırsa o ülkenin ekonomik bağımsızlığı ve gücü tehlikeye düşer.

        Tutanaklar eksik ve sırası değişmiş

        İMRALI tutanakları diye bilinen ve Öcalan ile adaya giden BDP heyeti arasındaki konuşmaların bir bölümü olduğu iddia edilen metnin yayınlanması hakkında herkes bir şeyler söyledi.

        Kendi adıma sessiz kalmayı, bu konuda bir şey söylememeyi yeğledim.

        Siz okurlardan da bu konudaki sessizliğimin nedenini ve böyle bir haber karşısında tavrımın ne olacağını soranlar oldu.

        Madem bu kadar merak ediliyor, söyleyeyim.

        İmralı tutanakları olduğu söylenen o metin, o haliyle benim önüme gelseydi, ben o metni yayınlamazdım.

        Bunun birkaç nedeni var.

        Birincisi, görüşmenin tamamı o metinde yer almıyor. Başkaları tarafından kesilip biçilmiş, edit edilmiş bir metne güvenmezdim. Bunun örneklerini gördük yakın geçmişte. Bir telefon konuşmasından parçalanarak alıntılanmış ve yazılı hale getirilmiş bir metnin, nasıl bir anlam çarpıklığına uğradığını, cümlelerin bağlamından kopunca nasıl farklı anlamlara çekilebileceğini geçmişte yaşadık.

        Aynı şeyin İmralı tutanaklarının başına gelmiş olması ihtimali yüksekti.

        Konuşmaların, cümlelerin veya sorulara verilen yanıtların, yapılan yorumların sırasında yapılacak bir değişikliğin farklı anlamlar ifade etmesi mümkündü.

        Elbette “Bundan gazeteciye ne”?

        Sıradan bir konuda “Bundan gazeteciye ne?” demek geçerli olabilir.

        Ama Türkiye’nin 30 yıldır ilk kez yakaladığı bir fırsatın bu şekilde sıkıntıya uğramasından da doğrusu üzülürüm.

        Ve tabii bir de bu metni kafasına göre şekillendirmiş olanlar tarafından kullanılma ihtimali de benim gazetecilik anlayışıma sığmaz.

        Bu yüzden tutanakları yayınlamazdım diye düşündüm hep.

        Ve bugün bu düşüncemde çok haklı olduğumu da biliyorum.

        Çünkü uzun bir konuşmanın ya da sohbetin kısa bir süresini kapsayan bu tutanakların farklı bir dizilim içinde sızdırıldığını, konuşmanın bazı bölümlerinin aradan çıkarıldığını artık biliyorum.

        Kimse de yanlış anlamasın.

        Milliyet’in bu konudaki editoryal tercihini de eleştirmek gibi bir niyetim yok.

        Yanlış yaptılar veya doğru yaptılar diyecek pozisyonda değilim.

        Ben sadece kendi bakış açımı anlatıyorum. Onlar da benim yaptığım pek çok şeyi yapmayabilirler.

        Hepimiz aynı düşüneceğiz diye bir kural yok.

        Allah tarafından da yok.

        Ve inşallah da asla böyle bir mecburiyetimiz olmaz.

        Kandil ne diyor?

        ÖCALAN tarafından Kandil’e gönderilen 21 sayfalık mektubun tam içeriğini bilmiyoruz.

        Ancak bir bölümüyle ilgili bazı duyumlarım var. Mektubun en önemli bölümü de aslında bu bölüm.

        Öcalan burada 10 madde içinde örgütün önce çatışmayı bırakma, sonra da ülke sınırları dışına çıkma stratejisini belirliyor.

        İşin ilginç tarafı bu 10 maddelik bölümde her madde “ülkenin birliği ve bütünlüğü” ile başlıyor, “tam demokrasi” ile bitiyor.

        Öcalan’ın Nevruz’la birlikte başlatmayı planladığı bu sürece Kandil ne diyor?

        Herkesin merak ettiği bu yanıt üç aşağı beş yukarı belli. Kandil, yani terör örgütünün yürütme kurulu, kendi tanımlamalarıyla “önderlik iradesine saygılı”.

        Daha önce de sıklıkla tekrarladıkları “Öcalan ne derse o olur” sözüne sadıklar ve Nevruz’la birlikte başlayacak olan “Silahları önce susturma, sonra bırakma” talebine uyacaklar.

        Örgütün Kandil ayağı, “Bazı tereddütlerimiz olsa da, bazı konularda uyarıları dile getirecek olsak da” diye başlayan bir cümlenin ardından, “Önderliğin sözünü yere düşürmeyiz. Öcalan ne diyorsa odur” konusunda fikir birliğindeler.

        Kafalarındaki tek soru işareti “takvimin çok sıkışık olması”.

        Yani bunu bir iki ay içinde tamamlayamayacaklarını düşünüyorlar.

        Yine de yaz sonu itibarıyla Türkiye’de terör örgütüne bağlı bir unsurun kalmayacağı hemen hemen kesin gibi.

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Kadınlar Günü’nde kadınların acı veren durumunu değil, kadınların başarılarını yazabildiğimiz zaman.

        Diğer Yazılar