Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Öncelikle, sanırım bu sohbet sadece bugünün konusu değil. Çok partili hayata geçildi geçileli iki ana akımdan söz etmek mümkün. Sosyolojik olarak ayrışan bu iki kanat, doğaldır ki ekonomik olarak da ayrışıyor. İnsana dair bir ayrışma elbette farklı çözümler gerektiriyor. Milli kalkınmacı model ve devletçi modernleşme. 50 sonrası siyasi hayatımız -ağırlıkla ilkinin liderliğinde olmak üzerebu ikisi arasında şekilleniyor.

        Büyüme meselesi açıldığında tartışma sağlıklı bir yere gitmiyor. Özellikle de kavramların içini tam doldurmayınca. Örneğin, aramızda yıllık yüzde 10, 20 ya da ne bileyim 50 büyümek istemeyen biri olabilir mi? Bu mümkün değil. Büyüme servet biriktirmek, deniz aşırı mallara, taşınmaza ve imtiyazlara sahip olmak demek... İstihdam, refah ve güvenle geleceğe bakabilmek demek. “Büyüme karşıtı” olunabilir mi hiç?

        Bir vakıa: Ekonomimiz hızlandıkça, çabuklaşan enflasyon ve genişleyen cari açık üretiyor. Ardından kur üzerinden bir devalüasyon baskısı geliyor. Neden? Çünkü yapmak istediğimiz yatırım ve tüketim iştahımızı besleyecek tasarrufa sahip değiliz. Bu yüzden dünyadan borç alıp yine onların imkânlarını satın alıyoruz. Elbette bu arada biz de mal ve hizmet üretiyoruz, hatta fazlasını ihraç ediyoruz. Ancak giden TIR’larımızın değeri bin dolar, gelenlerin on bin dolar olunca bazı sorunlar birikiyor. Yani dış dünyanın katma değeri bize göre büyük kaldıkça biz arayı ucuz işgücüne dayanarak çözmeye çabalıyoruz. Büyüme biraz da bu yüzden önemli. Memleket en az % 5-5.5 büyümeli ki işsizlik oranı sabit kalsın! ABD 2 büyürken işsizlik % 4’ün altında.

        Toparlıyorum. Düşük tasarruf durumundan çıkamadan güçlü büyüme deneyince hep aynı döngüye giriyoruz. Madem çok hızlı büyüyeceksin, demek ki benim parama çok ihtiyacın var diyerek bizden hep fazlasını talep ediyorlar. Biz de bunu kurumuzu değersizleştirerek sağlamış oluyoruz. Bu, fiyatlar genel düzeyini yukarı itiyor. Yani enflasyonu. Devreye Merkez Bankası giriyor, faizleri artırıyor. Bu kez kur değer kazanıyor. Sonra biz yine başlangıç noktasına dönüyoruz.

        (...) Tam o sırada büyümeyi sırtlayan kahramanlarımız (şirketler) ucuz dövizle borçlanıp büyümeye çalışıyorlar. Borç sürdürülebilir elbet ancak TL karşılığı sürekli büyüyor. Memleketin tüm şirketlerini bizim farz edersek, sürekli net döviz borcu artıran bir yapıya dönüşüyoruz. İşte bu yüzden ve başkaca ekonomi dışı gelişmelerle birlikte son turda ezber bozuldu. Sermayeyi çektiğimiz Batı ile yaşadığımız sorunlar ve ülkemize karşı girişilen darbe teşebbüsü başlıca ekonomidışı gelişmeler oldu. Bahsettiğimiz eğilime momentum kazandırdı. Şirketler mevcut kur seviyesi ile milenyumda kurduğumuz sistemi sürdüremez hale geliyorlar. O sistem, “borcu kamudan al ve özel sektöre yükle, zira onlar daha iyi yönetir” olarak kısaltılabilir. Çünkü TL’deki birikimli erime ile mevcut marjları rekabet edemez hale geldi. Bakın, mesele iflas etmek değil. Bu şirketler borçlarını öderler. Ama borçları bu haliyle ödedikleri senaryoda işe alma, yatırım vs. yapamazlar. Bu da dipten tepeye, makro ekonomik olarak bir ağırlaşma anlamına geliyor.

        Şimdi en başa dönüyorum: Kavramların içini tam doldurmalı ki adlı adınca tartışalım. Bu meseleyi pekala yönetmek mümkün. Bunun kolay yolları da var, yanlış yolları da, doğru yolları da... Piyasa dinamikleri dışında bir çözüm olmayacağını defalarca dünyaya ilan ettik. TCMB’nin faiz artışı ve ortodoks yöntemlerin devreye girmesi bunun en iyi kanıtı. Sanıyorum, büyümenin “ne yüklersek taşır”dan “istiap haddine azami özen” kanalına geçtiğine hepimiz mutabıkız. Bu durumda yılın kalanında ve 2019’da şirketlerin istiap haddine göre bir plan yapmak zorunda kaldık. “Kur mu faiz mi” tartışmasında kuru seçtik. Şimdi enflasyonu düşürecek, reel büyümeyi yavaşlatacak tedbirler göreceğiz. Mecburen.

        Diğer Yazılar