Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sinemamızdaki sektörel genişlemenin katkısıyla çeşitliliğin artması, bu yıl jürisinde bulunduğum 23. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin ‘Ulusal Kısa Film Yarışması’nda da ana konuydu. Bu doğrultuda da yarışma kapsamında kıyamet korkusu, Türkiye’de Kürt olmak, kültürel sıkışmışlık ve ölüm gibi dişe dokunur temalar çevresinde kimi iddialı ve profesyonel eserler izledim. 29 filmlik toplamı özenle oluşturan Kısa Film Koordinatörü Kıvanç Yalçıner, Ezgi Yalınalp ve Bilge Taş’ın da katkısıyla adeta sinemanın her alanında ihtisas yapmış farklı ülkelerden çıkan filmleri deneyimlemiş kadar oldum. Kurmacada “Ali Ata Bak”, deneyselde “İnfantil Amnezi”, canlandırmada “Magnus Nottingham” ile “Kız Çocuğu” beş kişilik jürimizin kararıyla ödüllere uzanırken, özellikle kariyerinin ilk halkasını vermeyen yönetmenlerin olgun işleri görülmeye değerdi. Tabii festivalin bu seneki Ulusal Uzun Film Yarışması’nın en iyileri “Mar” ile “Nar”ın, o seçkinin en zayıf halkası “Entelköy Efeköy’e Karşı”ya takılıp neredeyse sıfır ödülle kaldığını da eklememek olmaz.

        Bu yıl 23. kez düzenlenen Ankara Uluslararası Film Festivali, “Entelköy Efeköy’e Karşı”nın zaferi ile sonuçlandı belki. Ancak her zaman yaptığım etkinlikteki ‘uzun metrajlı filmler’i yorumlama geleneğinden bir seferliğine uzaklaşıp jürisinde bulunduğum ‘Ulusal Kısa Film Yarışması’nı değerlendirmekte fayda var. Zira belgesel ve kısa film konusunda yılmadan ödül ve maddi destek ya da teşvik vermeyi sürdüren etkinlik, bu yıl da bu amacına uygun hareket etti.

        Türkiye’de Kürt olmak meselesi üzerine seçkinin en iyisi “Ali Ata Bak” idi

        Beş kişilik jüri olarak kurmaca, canlandırma ve deneysel kategorilerinde toplam 29 eser izledik. Bunun sonucunda şimdinin gençlerinin eğilimlerini ve inanışlarını çözmek mümkün olabildi aslında. Bir taraftan ‘Türkiye’de Kürt olmak’ gerçeği keskin, samimi ve gerçekçi bir virajla yükselirken, bir diğer taraftan da ‘yeni şeyler, evrensel ürünler vereceğim’ düşünceli bir ekolün varlığı hissedildi. Uzun metraj üretiminde de azalan 90’ların Yeni Türk Sineması’nın izini süren eserler, bir bakıma ‘kayıp’lara karışırken, sadece tek bir temsil (“Musa”) ile yarışmayı tamamladılar.

        Daha ziyade anti-militarizm, kültürel sıkışmışlık ve kıyamet alameti üzerinden dokunan melankolik filmler dikkat çekti kurmacada. O kategorideki 12 filmden “Ali Ata Bak”, “Arayış” ve “Sudan Korkan Adamlar”, Kürtçenin bir dil ve yaşayış olarak çektiği sorunsallara bakış atan eserlerdi. Bunlardan ödül verdiğimiz Orhan İnce imzalı birincisi, samimiyeti, dolgunluğu ve kendi dünyasından dışarı çıkmasa da vurucu olabilme becerisiyle “İki Dil Bir Bavul”un (2009) damarını en iyi yakalayan üründü.

        “Arayış”, fazlaca ‘minimalist ekol’e girip şiirsel-pastoral görüntülerde kaybolurken “Sudan Korkan Adamlar” da meselesinin gerektirdiği belgesel formatını nedense tercih etmemesiyle bir tonsal sorun yaşıyordu. Ancak işin esas ilginç tarafı bunların karşısında; uzun metrajda popüler işler verince başarı sağlayabilecek Ertuğ Tüfekçioğlu imzalı kurguya hakim “Direk Aşk”ın ve ‘fare ‘ kullanımıyla dikkat çeken Şenol Çöm’ün mizahi denemesi “Firar”ın bulunmasıydı.

        İki profesyonel eser

        Bu durum çeşitliliği ortaya koyarken esasen “Bir Cevapsız Arama: Hayat” ve “Kırmızı Alarm”ın yönetmenlik açısından profesyonel ve yetkin işler olarak bana göre genel toplamdan sıyrıldıklarını belirtmeliyim. Bunlardan Anıl Kaya imzalı birincisi, hayatın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçmesinin mistik karşılığını bulan özel bir eserdi. İçinde 12 Eylül döneminden günümüzün küreselleşmiş toplumuna uzanan bir eleştiri de sunan, yapbozlu bir yapıttı.

        Emre Akay’ın sistem karşıtlığının son ürünü “Kırmızı Alarm” da aslında distopik bir kapalı alan bilimkurgusu kıvamında evreniyle farkını ortaya koyuyordu. Onu siyah-beyazda sıçramalı kurgu ve yakın plan yoğunluğuyla seyirciyi rahatsız edecek hale getirmesi, şimdinin politik rejiminin ‘tehditkar’lığını anlatmak için vardı aslında.

        Amorsu Olmayan Adam” ve “Asker” de ivmeleri bellli ettiler

        Aslında tam olarak bu konu üzerine bir kıyamet sonrası bilimkurgu portresi çizen “Asker”e geçmekte fayda var derim. Genelde ‘savaş’tan veya ‘kıyamet’ten korkan bir ideolojik bakışı bulunduran yönetmenlerden en dikkat çekicisi de o eserde ortaya çıktı. Tek mekanda halüsinatif bir duyguyu harekete geçiren eserin, final bölümündeki yetkinliğini ilk yarısında devreye sokamaması ‘ilk film’ olarak anılmasını sağlıyor kuşkusuz. “Ölü Oğullar” da onunla benzer bir dramatik tabandan beslenirken kurgu ve sinematografiye hakim olmasına karşın, ‘süre’ sorunsalına ve ‘millet tabanı’ dağınıklığına takılıyordu.

        Son olarak altıncı eserini veren, David Lynch aşkıyla yanıp tutuştuğu açık Eray Dinç’in, zaman bütünlüğü ve görsel anlatı sıkıntısı yaşamadığı “Amorsu Olmayan Adam”a bakalım. Hikayesiz bir gerçeküstücü düzen kuran yönetmenin, “Nokta”nın (2009) tek plan sekans üzerine kurulu dünyasını ‘video kaset’ çevresinde kurgulayan sıçramalı kurgu hamleleriyle imgeler üzerinden ulaştırdığı yer, üzerinde düşünülmesi gereken metaforlar verdi elimize. Adeta suç meselesi üzerine özlü bir yorumdu karşımızdaki. Kara film lügatımızda da geriye bakıp anılası bir ürün sundu.

        Canlandırma yönetmenlerinin güncel örnekleri takip etmesi şaşırtıcı

        Kurmacanın çeşitliliğinde bugünün Türk sinemasındaki durum hissedilirken aslında canlandırmada da böylesi bir hakimiyet görmek mümkündü şaşırtıcı bir şekilde. Zira karton el çizimi animasyonu gibi kolaycı alana açılan filmler bir elin parmaklarını zor geçerken, Tim Burton’ın dışavurumcu animasyonlarını hatırlatan “Kız Çocuğu”, ‘Simpsonslar’ kıvamında bir teknik tutturan “Barış’ın Oyuncakları”, Japon animelerinin başarısız bir tezahürü “Bügü” ile Sylvain Chomet’nin “Belleville’de Randevu”sundan fazlaca etkilenen “Çerçeve”, aslında dışarıdaki yorumları izleyen bir jenerasyonun varlığını bizlere anlattı.

        Bunların tamamının ne kadar başarılı olduğu tartışılsa da ilk ikisi ‘genç kuşak’ kategorisinde gayet tutarlıydı. Bizim ödül ise bilgisayarına daha hakim duran “Magnus Nottingham”a gitti.

        Bu jenerasyon başka jenerasyon!

        Deneysel kategorisinde ise live-action ile animasyonu bir araya getiren “İnfantil Amnezi”, dönüşümcü ve deneyci ruhuyla rakipsiz gibiydi. Zira “Bir Kelebeğin İntihar Denemeleri” gibi reenkarnasyon üzerine yetkin bir gerçeküstücü temsil ile “Toros Canavarı” gibi JİTEM dönemine “Sürücü” (“Drive”, 2011) yorumu ‘kurmaca’ya daha yakındı.

        Kurmaca, deneysel veya animasyon farketmeden genelde Türk sinemasının; popüler, modern, postmodern, sosyal gerçekçi ve daha nice eğiliminde dünya sinemasını takip eden bir jenerasyonun varlığı hissedildi. Bu seneki 29 eserlik seçkinin dişe dokunur, ele alınması gereken tarafı da bu idi zaten. ‘Yenilik’lere açık bir jenerasyonun varlığı, artık sadece 90’lar ekolünün canlı olmadığını kanıtlayıp sinemamızın geleceği adına bir umut aşıladı zira.

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar