Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Karınca-Adam da nereden çıktı, demeyin. Kendisi bizde pek bilinmese de 1962’den beri Marvel Evreni’nin tanıdık simalarından biri. Solo serüvenlerinden ziyade Yenilmezler (Avengers) ekibinin bir üyesi olarak tanınıyor. AntMan içine herkesin girebileceği mühendislik harikası bir kostümün adı aslında. Giyen kişi, böcek boyutlarına kadar ufalıyor ve zihin gücüyle karıncaları yönetebiliyor. Tek düğmeye dokunarak aniden küçülüyor, büyüyor. Ancak kostümü giyer giymez süper kahraman olmanız mümkün değil. Yani, eğitim şart. Filmde, önce Ant-Man teknolojisini geliştiren Hank Pym’i (Michael Douglas), sonra hapishaneden yeni çıkan Scott Lang’i (Paul Rudd) tanıyoruz. Scott, halka kazık atan bir şirketi soyduğu için hüküm giymiş eğitimli biri. Pym, zekâsına ve soygun konusundaki maharetlerine hayran olduğu Scott’u Ant-Man olarak işe almak istiyor. Pym’in Karınca-Kadın olmaya can atan kızı Hope (Evangeline Lilly) buna karşı çıkıyor. Kötü adamımız ise Pym’in eski öğrencisi, yeni rakibi Darren Cross / Yellowjacket (Corey Stoll).

        80’LER BİLİMKURGU HAVASI

        “Ant-Man” ilk bakışta klasik bir “dünyayı kurtaran adam” öyküsü gibi görünse de bir soygun filminin özelliklerini taşıyor: Ekip toplanıyor, plan yapılıyor, operasyon başlıyor ve terslikler, sürprizler eşliğinde ilerliyoruz. Tür olarak bilimkurgu ve aksiyon ağırlıklı olsa da, ince bir mizah duygusu filme hükmediyor. Kaldı ki, yapımcıların komediyi şansa bırakmak istemediklerini anlamak için künyeye bakmak yeterli. İlk başta yönetmen olarak anlaştıkları Edgar Wright’ın yazdığı senaryonun tümüyle rafa kaldırılmadığı belli “Shaun of the Dead” ve “Hot Fuzz” gibi matrak filmlerden tanıdığımız Wright’ın dokunuşu hissediliyor. Wright’ın ayrılmasının ardından yönetmenliğe gelen Peyton Reed de komedi filmleriyle tanınan bir isim. Reed, “Ant-Man”e sadece komedi değil; “Yenilmezler”, “Iron Man” gibi Marvel filmlerine oranla daha farklı bir hava getiriyor. Özellikle geniş ekran yerine 1.85:1 formatını tercih etmesi ve prodüksiyon tasarımıyla “1980’ler bilimkurgu filmi” havası estirdiği söylenebilir. Süper kahraman filmlerinde komedinin değil, trajik bir karanlığın ve psikolojik alt metinlerin tercih edildiği bir dönemde “Ant-Man”in aksi yönde ilerlemesi bir cesaret örneği. Hapishane arkadaşının evinde kalacak kadar yolsuz kalmış, işsiz güçsüz bir sabıkalının süper kahramanlığa terfi etmesi “Ant-Man”i zaten “bambaşka bir kafa”nın filmi haline getiriyor. Scott’un minnacık bir böcek olarak, hayranı olduğu Yenilmez’e (sürprizi bozmamak için kim olduğunu söylemeyelim) meydan okuduğu sahne önemli. Sonuçta süper kahramanlık sadece boyut, fiziksel güç ya da kostümle ilgili değil. Scott’u asıl kahraman yapan cesareti ve zekâsı.

        OYUNCAK TREN BÖLÜMÜ ÇOK BAŞARILI

        “Ant-Man”in Yenilmezler dünyasının en alçakgönüllü üyesinin kişiliğine uygun bir üslupla çekildiğini düşünüyorum. Öte yandan, prodüksiyonun ve özel efektlerin mütevazı olduğunu sanmayın sakın. Tam aksine, Ant-Man’in küçüldüğü aksiyon sahnelerinin mükemmel çekildiğini söyleyebilirim. Özellikle Scott’un kostümün içine ilk kez girdiği, küvette başlayan sahne ile finale doğru Yellowjacket’la kapıştıkları oyuncak tren bölümü çok başarılı. Sadece süper kahraman filmlerini sevenlere değil, aksiyon komedilerini sevenlere de tavsiye ederim.

        Romandan hayata

        Tecrübeli Fransız aktör Fabrice Luchini, François Ozon’un harika filmi “Evde”de (Dans la maison), genç nesilde yaratıcılık ışığı arayan bir edebiyat öğretmenini canlandırıyordu. Yönetmen Anne Fontaine’in Pascal Bonitzer’le birlikte Posy Simmonds’un romanından sinemaya uyarladığı “Aşkın Dili”nde (Gemma Bovery) ise edebiyat tutkunu taşralı fırıncı Martin’i oynuyor. Taşrada aradığı huzuru bulamayan eski akademisyen Martin, karşı eve taşınan İngiliz Charlie Bovery’nin (Jason Flemyng) genç eşi Gemma’ya (Gemma Arterton) âşık oluyor. Kısa sürede Gemma Bovery ile Gustave Flaubert’in “Madame Bovary” romanının ana karakteri Emma Bovary arasındaki benzerliğin isimle sınırlı kalmayacağını hissediyor. Ancak Gemma’nın hayatının Emma Bovary’ye benzemesinde Martin’in önemli bir payı olduğunu belirtelim. Hatta bütün filme, “gerçek hayatı bir romana göre şekillendirmeye çalışan bir adamın traji-komedisi” olarak bakmak mümkün. Martin romanlarla, hayalleriyle yaşayan mutsuz, aksi, depresif ve donuk bir adam. Gemma ise tam tersine, duygularına gem vurmayan, Fransız taşrasının tadını çıkaran, ekmek, şarap ve aşktan uzak durmayan hayat dolu bir karakter. Kaldı ki filmin can alıcı meselesinin, Gemma ile Martin arasındaki bu farklılık olduğunu düşünüyorum. Yaşamak ile seyretmek ya da yaşamak ile hayal kurmak arasındaki fark bu...

        KEYİFLE SEYREDİLİYOR

        Final sahnesi hayli eğlenceli ve komik olsa da Martin’in trajik, hüzünlü durumunu ortaya koyuyor. Öte yandan, Martin’in hayallere neden bu kadar çok ihtiyaç duyduğu sorusuna somut bir cevap verildiği söylenemez. Gerçek hayatı okuduğu romanlara benzeterek ruhundaki boşluğu doldurmaya çalışan Martin karakteri bence biraz boşlukta kalıyor. Yine de “Aşkın Dili” ilginç biçimde gelişen olay örgüsü ve ince mizah duygusuyla keyifle seyredilen sürükleyici bir film. Fransız taşrasında huzur aramaya gelen İngilizlerle ilgili gözlemler de çok hoş

        Diğer Yazılar