Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçen yıl Venedik ve Berlin başta olmak üzere birçok festivalde ödül kazanan “Sessizliğin Bakışı” (The Look of Silence), Endonezya’da 1960’lı yıllarda gerçekleşen katliamların sorumluları ile kurbanlardan birinin kardeşini yüzleştiren sarsıcı bir belgesel

        JOSHUA Oppenheimer’ın 2014’te Oscar’a da aday olan “The Act of Killing” adlı belgeselini seyrederken gördüklerime ve duyduklarıma inanmakta zorluk çekmiştim. Endonezya’da 1960’lı yıllarda komünist oldukları gerekçesiyle yüz binlerce insanı öldüren katiller, kameraya katliamı nasıl gerçekleştirdiklerini ayrıntılarıyla anlatıyorlardı. Arada gülüyor, kıkırdıyor ve cinayetleri bazen pandomim, bazen de kendi aralarında yeniden sahneliyorlardı. Zorlayıcı, tuhaf bir deneyimdi. Şiddetin kendisi yoktu ortada ama daha korkuncu vardı: Şiddeti doğal bir hak olarak gören insanların “birileri hesap sorar korkusu” olmadan anlattığı katliam hatıraları...

        “The Act of Killing”in devamı niteliğinde çekilen “Sessizliğin Bakışı”, katliamda abisinin nasıl öldürüldüğünü ilk filmin çekimleri sırasında öğrenen Adi’nin katillerle yüzleşmesini anlatıyor. Adi hepsine ücretsiz göz muayenesi yapıyor ve kibarlığını hiç yitirmeden öfkesiz bir üslupla sadece soruyor, anlamaya çalışıyor. Oppenheimer’ın kameraları da bu karşılaşma anlarını soğukkanlı bir hareketsizlik içinde gözlemliyor. Katillerin zihni cinayetleri neden işledikleri konusunda çok net. Belli ki eylemleriyle ilgili hiçbir suçluluk duymuyorlar. Ancak Adi, onları kendisi ve kurbanlarla duygusal bir empati kurmaya yönlendirmeye çalıştığında ya da “Komünistlerin aralarında Tanrı’ya inananlar vardı”, “Birbirlerinin karılarıyla yatmıyorlardı”, “Bir Müslüman olarak bu cinayetleri nasıl işlediniz?” dediğinde çileden çıkmaya başlıyorlar. Çünkü öldürdükleri insanların kesinlikle yok edilmesi gerektiğine inanmış, inandırılmış ya da inanmak istemişler. Bundan vazgeçtikleri an korkunç birer katil oldukları gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaklarını biliyorlar.

        KATLİAMCININ ZİHNİ

        Açıkçası çağlar boyunca bu tür katliamlar hep oldu. Çok daha yakın tarihlerde Balkanlar’da, Ruanda’da benzerlerini yaşadık ve bunlarla ilgili birçok belgesel, haber filmi seyrettik. “Sessizliğin Bakışı”nın ayırıcı özelliği, katliamları gerçekleştiren insanları kendilerini koruyan bir iktidar alanının içinde belgeleyip, açıkça konuşturabilmesi. Böylelikle onların zihninin katliam sırasında ve sonrasında nasıl çalıştığını gözlemleyebiliyoruz. Sözgelimi, Adi onları suçlamadığı ve sadece bir özür beklediği halde öfkeleniyor, tehdit etmeye başlıyorlar. Hatta “Bu film, katliamları yeniden başlatır” diyorlar. O noktada, bir siyasi iktidar tarafından korunup kollandıkları sürece, bırakın suçluluk duymayı, vicdani bir rahatsızlık ya da en ufak bir pişmanlık dahi hissetmeyeceklerini anlıyorsunuz. Dolayısıyla, Endonezya’da olduğu gibi, insanları birbirine düşüren bu tür iktidarlar oldukça katliamların sonunun asla gelmeyeceğini kavrıyorsunuz.

        ANLATIMI DA ÇOK İYİ

        “Sessizliğin Bakışı” kurşun gibi ağır. Karşınızda huzur içinde konuşan kan içici katilleri gördükçe insan olmaktan utanç duyuyorsunuz. Son derece çarpıcı malzemesine karşın sağlam bir sineması olduğunu da söylemeliyim. Oppenheimer, filme adını veren “sessizlikler” de ve tüm diyaloglarda çok etkili sinema anlarına ulaşıyor. Bu da, filmin kamera kullanımı, kadraj ve kurgu açısından başarılı olduğunun bir kanıtı.

        Filmin notu: 8.5

        Hüzünlü bir Wenders filmi

        İNSANLARIN kaderlerini kesiştiren trafik kazaları, sinemacıların her zaman ilgisini çeker. Bjorn Olaf Johannessen’in yazdığı “Her Şey Güzel Olacak” (Every Thing Will Be Fine) da karlı bir kış günü yaşanan bir kazadan yola çıkıyor. Usta Alman yönetmen Wim Wenders, kazayı tümüyle sürücünün görüş açısından çekmiş. Genç yazar Tomas (James Franco), bir anda önünde kızakla kayan bir çocuk görüyor, frene basıyor. İndiğinde çocuğu sağ salim görünce mutlu oluyor. “Her şey çok güzel olacak” diye onu evine götürüyor ama kapının açılmasıyla her şey çok kötü oluyor...

        SAKİN BİR TEMPO

        Film, 10 yılı aşkın bir süre boyunca kazanın etkilerini yaşayan insanların hayatlarını takip ediyor. Kiminin hayatında kapanmaz bir yara açılırken kiminin hayatı daha iyiye gidiyor. Wenders, sanki vurgulamak istediği özel bir şey yokmuş gibi sakin bir tempoyla zamanın ve hayatın akışına odaklanıyor. Heyecanlı, çarpıcı olaylar finalde yaşanıyor: Unutmakla unutmamak, kibirle öfke, başarılı yetişkinle kıskanç ergen yüz yüze geliyor.

        HAYATIN ADALETSİZLİKLERİ

        Filmin net bir ana fikir çevresinde kurulduğu söylenemez. Sanki asıl amaç, inançlı Kate’in (Charlotte Gainsbourg) durağan, sabitleşmiş mutsuzluğuyla inançsız Tomas’ın yıllar içinde yaşadığı değişimi karşılaştırmak ve seyirciyi hayatın olağan adaletsizlikleri üzerine düşündürmek. Filmin en hoş yanı, seyirciye sürekli Tomas’ın yerinde olsam ne yapardım, ne hissederdim diye sordurması. Alexander Desplat’nın müzikleri ve Benoit Debie’nin bazen sıcak ışıkların oynaştığı, tablo tadındaki soğuk, karanlık görüntüleriyle çok hüzünlü bir film bekliyor sizi. Wenders’in ustalığından gelen abartısız, sahici bir yanı da var. Ancak geriye çok fazla şey bıraktığını söylemem zor.

        Filmin notu: 6.5

        Diğer Yazılar