Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Adını “Whiplash” ile duyuran Damien Chazelle’in yazıp yönettiği “Âşıklar Şehri” (La La Land), eski müzikallere selam gönderen romantik bir aşk hikâyesi anlatıyor. Gençlik hayalleri, sinema ve caz tutkusu üzerine şekillenen film yılın en iyilerinden biri.

        Film hem Los Angeles’a hayal âlemine vurgu yapan orijinal adı “La La Land”e uygun, yarı gerçek yarı düş uzun bir çekimle açılıyor. 1950’li yılların görkemli müzikallerini hatırlatan sahnedeki şarkı, Hollywood’da başarılı olma hayalleri üzerine. Tıpkı film gibi... Sahnenin koreografisi muhteşem. Ama filmin beni asıl yakaladığı yer, bir Los Angeles gecesinde Mia’nın (Emma Stone) Sebastian’ın (Ryan Gosling) piyanoyla çaldığı o birkaç notayı duyduğu sahne... Onları bir araya getiren notalardaki hüzün. Aşklarının hamurunda biraz hayal kırıklığı, biraz umut var. Mia oyunculuğa, Sebastian caza tutkun olmasa belki birbirlerine hiç âşık olmayacaklar. Aralarındaki sevgi tutkularını, tutkuları da sevgilerini besleyecek. Asıl soru ise hayatın gerçeklerine karşı aşkları ve hayallerinin nereye kadar süreceği...

        GEÇMİŞE DÜŞKÜNLÜK FİLME HAKİM

        Mia’nın “Cazdan nefret ederim” demesi üzerine Sebastian’ın cazdan söz etmeye başladığı sahneyi unutmayalım. Müziğin ruhsuzlaştığı bir dünyada Mia, Sebastian’ın hayalciliğine vuruluyor. Sıkıcı bir yemekten kaçarak, kapısı caddeye açılan o sinemadan içeri girdiği anda, düşler dünyasına teslim ediyor kendini. Sonra her şey filmlerdeki gibi gelişiyor. “Âşıklar Şehri” artık kaybolan eski usul caz kulüpleri ve cadde sinemaları üzerine bir ağıt aynı zamanda... Geçmişe düşkünlük, sadece iki âşığı değil filmin bütününü de sarıyor. Yönetmen Chazelle bir film seyrettiğimizi unutturmuyor ve hikâyesini 1950’lerin “Technicolor CinemaScope müzikalleri”nin canlı renkleri, tiyatro tarzı ışıkları, dansları ve diğer klişeleriyle anlatıyor. Müzikal sahneler, karakterlerin düşleri gibi yerleştiriliyor öyküye...

        HAYALERİNİN PEŞİNDE

        Müzikal aşkıyla dolu benzer filmler şüphesiz daha önce de çekilmişti. Chazelle’in farkı, yaşama sevincinin hayal kırıklıklarına karıştığı, müzikalin şıklığıyla gerçekçi dramın buluştuğu bir dünya kurması... İlk filmi “Whiplash”, bir gencin kontrolden çıkan caz tutkusunu anlatıyordu. “Âşıklar Şehri”, hayatın gerçekleriyle tutkularını uzlaştırmaya çalışan daha aklı başında, makul bir adamın hikâyesi. Mia’nın annesiyle telefonda konuştuğu ve Sebastian’ın tavandaki rutubet lekesine baktığı anlar önemli. Hayalleriyle hayatın dayattığı seçenekler arasında kalan herkesin hayatında vardır böyle kırılma anları. Sebastian’ın “başarılı” grup konseri ve Mia’nın “başarısız” gösterisinden sonra olup bitenler belki de asıl final... Chazelle “Whiplash”de de aynısını yapmış; “akla yakın, gerçekçi final”den hemen sonra kendi kafasındaki o “gösterişli final”egeçmişti. “Âşıklar Şehri”ndeki gösterişli finalin iyi yanı, asıl meseleyi gözden kaçırmaması. Sonuçta bu film, Mia ile Sebastian’ın, birbirlerinin hayallerini sonuna kadar desteklemesiyle ilgili... Chazelle, sanatsal yaratıcılığın kaynağı olarak sevgiyi işaret ederken, gençlik hayallerini hayatı aydınlatan ışık gibi görüyor. Ama “gençlik idealleri hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmez” demeyi de ihmal etmiyor.

        HER ŞEYİYLE AŞK DOLU BİR FİLM

        Chazelle, uzun planlar halinde gerçekleştirdiği müzikal sahneleri ve birbirinden güzel Los Angeles çekimleriyle sinema aşkını beyazperdede adeta somutlaştırıyor. Chazelle bence son yılların en tutkulu yönetmenlerinden biri. “Âşıklar Şehri” de her şeyiyle aşk dolu bir film...

        Diğer Yazılar