Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Merhamet’ (Clemency), tartışmalı bir idam cezasının infazı öncesinde olup bitenler üzerine kurulu… Ama alışılageldik bir hikâye yapısından söz etmek zor. 20 yıllık tartışmalı bir yargı süreci yaşayan ABD vatandaşı Troy Davis’in hikâyesinden serbestçe esinlenerek senaryoyu yazan yönetmen Chinonye Chukwu, anaakım Amerikan sinemasının genel eğilimlerinin dışında kalan, karakter incelemesine yoğunlaşan bir filmle geliyor karşımıza…

        Chukwu, idam mahkûmlarının kaldığı cezaevinin müdürü Bernadine Williams’ın (Alfre Woodard) duyguları üzerinden şekillendiriyor filmi… İdam mahkûmu Anthony Woods (Aldis Hodge) da korkuları, umutları ve düşünceleriyle en az onun kadar önemli bir karakter…

        Anthony Woods, suçu işlediğine dair kesin ve şüphe götürmez deliller olmadığı halde en ağır cezaya, idama mahkûm edilmiştir. Çoğu kişi onun cinayeti işlemediğini düşünür. Kamuoyunda onu destekleyen çok kişi vardır. Göstericiler cezaevinin önünde gün boyu onu destekler; avukatı ise infazın ertelenmesi için elinden geleni yapar ve bütün umutlar valilik ofisinden gelecek bir telefona kilitlenir…

        ‘Merhamet’, Anthony Woods’un gerçekten suçlu olup olmadığına dair yanıtlar arayan polisiye bir film değil. O niyetle seyreden büyük hayal kırıklığı yaşayabilir; çünkü kararı seyircinin hislerine bırakıyor. Woods’un avukatı Marty Lumetta’nın (Richard Schiff) adalet ararken ya da infazı durdurmaya çalışırken yaşadıkları ve karşılaştığı engeller de, tümüyle filmin ilgi alanının dışında kalıyor. İyilerin karşısına engel olarak çıkan kötüler yok ‘Merhamet’te… Ama ille de kötü adam arayanlara tek bir adres gösteriliyor, o da idam cezası…

        REKLAM

        Tam da burada, filmin kalbindeki asıl meseleye girebiliriz. ‘Merhamet’, her şeyiyle idam cezasına karşı bir film… Ama bunu, seyirciyi duygusal anlamda ajite ederek yapmak gibi bir derdi yok. Woods’un masum olup olmadığı konusunda kesin bir şey söylenmemesinin nedeni de aynı… Çünkü yönetmen Chukwu, asıl olarak, masumiyete değil idam cezasının özüne odaklanmamızı istiyor.

        İdam cezasına karşı olan bir filmde ana karakterin cezaevi müdürü olması kuşkusuz çok şaşırtıcı değil. Stephen King de yıllar önce ‘Yeşil Yol’ (The Green Mile) adlı eserini cezaevi müdürüyle idam mahkûmu arasındaki dostluk üzerinden geliştirmiş ve Frank Darabont aynı romandan 1999’da şahane bir film çıkarmıştı. Chukwu ise masallları anımsatan dostluk fikrinden ziyade çok daha gerçekçi bir zeminde ikisinin arasındaki zorunlu ilişkiyi öne çıkarıyor. Sonuçta, yasaların belirlediği bürokratik bir bağ bu… Müdür, infazın başında, tüm süreci devlet adına yöneten kişinin ta kendisi… Cezalandırmak için vatandaşının canını almaya karar veren devleti bizzat temsil ediyor. Adalet mekanizmasının son noktası oluyor. Ama sonuçta o da hepimiz gibi duygularıyla yaşayan bir insan…

        Tanık olduğumuz ilk infaz sahnesi başta olmak üzere Bernadine, işini her koşulda yönetmeliklerden sapmadan yapmaya çalışan titiz biri… Üstüne düşen görevin sınırlarını biliyor, ona göre hareket ediyor. Kaldı ki, hikâye, Bernadine’in kuralları ve sınırları zorlamasıyla ilgili değil kesinlikle… Öyle olsaydı tam bir Hollywood masalı olurdu. Tam aksine, kendisine verilen yetki alanı içindeki sıkışıp kalmışlığını, çıkışsızlığını gözleyen bir film bu… İnfaz öncesinde mahkûmlar, aileleri ve yakınları için yapabileceği şeyler var kuşkusuz. Zaten emekliliği geldiği halde ayrılmak istememesinin nedeni, sahip olduğu yetkileri olumlu anlamda kullanmak için duyduğu şevk ve işinde kişisel bir fark yaratma arzusu hiç kuşkusuz. Eşi Jonathan’ın (Wendell Pierce) sürekli ‘emekli ol’ demesi, belki onu bu yüzden rahatsız ediyor. Ama infaz ve sonrasında yapabileceği çok fazla bir şey yok. Mahkûma zehir zerk edilen infaz sırasında devletin ölüm makinesinin bir parçasından farksız…

        REKLAM

        Bir sahnede eşine ‘çok yalnız olduğunu ve kimsenin ona iyi gelemeyeceğini’ söylüyor. Devlet adına yürüttüğü infazların Bernadine’in ruhunu tükettiğini hissetmemek mümkün değil. Hatta filmin asıl olarak tam da bunu anlattığı söylenebilir. İnfaz şekli olarak zehirli iğnenin seçilmesi tesadüf değil. İnfaz edilenler ölüyor ama idam cezası, başta Bernadine olmak üzere geride kalanların ruhunu zehirlemeyi sürdürüyor. Kaldı ki, Bernadine burada sadece kendini temsil etmiyor. Sonuçta, idam cezası o ülkedeki herkesi bir şekilde ‘zehirliyor’ ve uzun vadede daha derin toplumsal sorunlara yol açıyor.

        ‘Merhamet’, tam da bu noktada dolaylı olarak siyasi bir film… Politik alt metinler için filmin orasını burasını eşelemeye gerek yok. Her şey gözümüzün önünde... Afrikalı Amerikalı Woods’un ikinci dereceden kanıtlarla idama gönderilmesinin ardında ırkçılığın olduğu o kadar açık ki… Filmin, ırkçı eyaletlerden Georgia’da yargılanan Troy Davis olayıyla olan en güçlü bağı da burada yatıyor. Woods belli ki kendini üstün gören beyazları rahatlatmak adına idama mahkûm ediliyor. ABD bir zamanlar siyahları bile isteye öldüren beyazların, hiçbir şekilde cezalandırılmadığı bir ülkeydi. Siyahların yaşadığı adaletsizliklerin bugün de bittiğini söylemek mümkün değil. Dolayısıyla, Bernadine Williams’ın acılarına, rahat yatağında neden huzur içinde uyuyamadığına ve müdürlük görevini her şeye rağmen neden bırakmak istemediğine bir de buradan bakmak gerek…

        Kaldı ki, filmin ismi bizi her şeyi bir de merhamet üzerinden okumaya yönlendiriyor. Film boyunca birçok sahnede bazı karakterlerin merhamet duygusuna tanık oluyoruz ama belli ki asıl sorun, devletin merhametsizliğiyle ilgili…

        Daha önce de idam mahkûmlarının psikolojisine odaklanan birçok film seyrettik. Tim Robbins’in yönettiği, idam mahkûmu ile rahibe arasındaki iletişim üzerine kurulu 1995 tarihli ‘Dead Man Walking’ de bunların en iyilerinden biriydi. Tüm bu eserlerden, bir idam mahkûmunun ölümü beklemesinin, ölümün kendisinden çok daha zor bir süreç olduğunu öğrendik… Anthony Woods da bu duyguyu tüm şiddetiyle yaşayan, ölüme yaklaştıkça hayatın değerini anlayan, geçmişe farklı gözle bakan bir karakter.

        REKLAM

        Yönetmen Chukwu, onu bir şekilde son ana kadar hayata tutunmaya çalışan, sevdikleriyle birlikte olmaya ve umudunu yitirmemeye çalışan bir karakter olarak çiziyor. Ama asıl önemlisi, ölümü bekleme duygusunun huzursuzluğunu filmin anlatımının ve ruhunun parçası haline getirmeyi başarıyor.

        Bir yandan, duvar saatlerinin yakın plan çekimleri ve ‘tik tak’ sesleriyle zamanın her geçen an tükendiğini, bir yandan da ölümü beklemenin sıkıntısını hissediyoruz. Yönetmen Chukwu, tempoyu ağır tutmaktan ziyade zamanın geçişini hissettiriyor. Bernadine ve Woods’un birlikte Evette Wilkinson’u (Danielle Brooks) bekledikleri sahnede geçip giden zamanı biz de onlarla bire bir olarak yaşıyoruz. İkisiyle birlikte, yaklaşık 2.5 dakika boyunca, her saniyenin sıkıntısını, boşluğunu içimizde duyarak Evette’i bekliyoruz. Chukwu, bu sahneyi bekleme duygusunu faklı açılara kesme yaparak yansıtmayı tercih ettiği için kesintisiz tek plan olarak çekmiyor. Buna karşılık, finalde kamerasını 2 dakikaya yakın bir süre tümüyle Bernadine’in yakın planına kilitliyor. Alfre Woodard, hiç konuşmadan oynadığı son iki sahnede insanın içine işleyen çok duyarlı bir performans çıkarıyor; filmi neredeyse aşkınlık düzeyine çıkarıyor.

        Söz oyunculuğa gelmişken, ‘Miami’de Bir Gece’de Jim Brown’ı canlandıran Aldis Hodge’un Woods’da, tecrübeli aktör Richard Schiff’in de avukat Matty Lumetta’da çok iyi performanslar çıkardığını belirtelim.

        ‘Merhamet’ birçok sahnede dip gürültüsünün biraz daha yüksekten verildiği, anlatımın uzun süre müziksiz olarak sürdüğü bir film… İşte bu yüzden, finaldeki aşkınlık düzeyinde Kathryn Bostic’in müziğini son bölümde daha sık duymaya başlamamızın büyük payı var.

        Çocukluğunu ve gençliğini Alaska’da geçiren Nijerya kökenli, 1985 doğumlu Amerikalı yönetmen Chinonye Chukwu, ilk uzun filmi 2012 yapımı ‘Alaska-Land’ ile bütün festivallerden reddedildikten sonra ‘Merhamet’le 2019 yılında Sundance Film Festivali’ne katılmayı ve Dramatik kategoride Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmayı başardı. Film daha sonra ağırlıklı olarak Kuzey Amerika’daki festivallerde gösterildi, başka ödüller kazandı ama ABD dışında hiçbir ülkede gösterim şansı bulamadığı için Avrupalı eleştirmenlerin radarına geç girdi.

        ABD’de 2020 yılı ödül sezonunda da adından söz ettiren ‘Merhamet’, benim için gerçek bir keşif oldu. Son dönemin politik yanlarıyla öne çıkan, ırkçılık karşıtı filmlerine oranla psikolojik derinliğiyle daha çok ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Özellikle anaakım dışında kalan bağımsız filmleri sevenlere öneririm. BeinConnect’te seyredebilirsiniz.

        7.5/10

        Diğer Yazılar