Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SINEMA sanatında ısrarla kendi görsel dünyalarının peşinden koşan “ressam yönetmenler” vardır. Filmlerine imza atmalarına aslında pek gerek yoktur. Herhangi bir Wes Anderson filminde olduğu gibi, “kesin tanı için” 5-6 dakikalık bir seyir yeter. Sadece kamerasını tam karşı cepheye yerleştirerek çektiği simetrik çerçevelerinden, geniş açılı lenslerinden, renklerini bir ressam gibi kullanmasından söz etmiyorum. Öyküleri ve temalarındaki ortak noktalar da dikkat çekicidir. Her şey bir yana zaman, mekân ve bağlam ne kadar değişirse değişsin tüm filmlerinde söze dökülmesi güç bir “Anderson ruhu” vardır. Kahkahalar attırmayan ama sürekli gülümseten o ironi duygusu, hüzünle kol kola ilerler.

        MUTSUZLUKTAN KURTULMAK

        “Büyük Budapeşte Oteli”, Anderson’un başyapıtı “The Royal Tenenbaums” gibi, uyumadan önce okunan bir masal kitabının sayfalarını çevirmenin heyecanıyla başlıyor. Bomboş koridorları ve tenha lobisiyle altın çağını çoktan geride bırakan Büyük Budapeşte Oteli’nin verdiği ilk duygu, durağanlık ve kesif bir hüzün. Hatta hafiften bir “The Shining” tedirginliği... Esrarengiz otel sahibinin (F. Murray Abraham) Stefan Zweig’ı andıran yazara (Jude Law) anlattığı öykü ise bu tedirginliği dağıtarak bizi otelin geçmişine, görkemli, neşeli yıllarına geri götürüyor. Anlatılan, 1930’lu yıllarda, savaşın kapıya dayandığı bir dönemde, hayali bir Orta Avrupa ülkesinde geçen, faşistlerin “kötü adam” olduğu eğlenceli bir soygun ve kaçıp kovalamaca hikâyesi. Filmin kalbinde ise daha önceki Anderson filmlerinde olduğu gibi yine yalnızlık ve kendini bir şeylere adayarak mutsuzluktan kurtulma çabası var. Büyük Budapeşte Oteli’nin kıdemli görevlisi Gustave (Ralph Fiennes) kendini otele ve yalnız kadın misafirlere adamıştır. Yetim bellboy Zero (Tony Revolori) da Gustave’ın ayak izlerinden giderek ait olacağı bir dünya arar. Ama bir noktadan sonra onları bir araya getiren otel silikleşir; usta – çırak ilişkisi bir tür baba – oğul bağına dönüşür. Her ikisi de asıl gereksinim duydukları şeyi birbirlerinde bulmuşlardır.

        KARAKTERLER ÇOK IYI ÇIZILMIŞ

        Açılışı ve finaliyle hüzünlü bir film olsa da “Büyük Budapeşte Oteli”, Anderson’un belki de en hareketli filmlerinden biri. Anderson birçok sahnede sessiz sinema döneminin “slapstick” komedisini, Alexander Desplat’nın müziklerinin yardımıyla adeta yeniden canlandırıyor. Uzak geçmişin sinemasıyla görsel akrabalığı daha da pekiştirmek için açılış ve final dışında, bütün “flash-back” sahnelerde eski siyah beyaz filmlerdeki 1.37:1 formatını kullanarak “retro” efektini güçlendiriyor. Genelde sabit tuttuğu kamerasını aniden kendi ekseninde sağa ya da sola hızla hareket ettirerek kameranın varlığını belli etmekten kaçınmıyor. Dar çerçeveye rağmen ısrarla kullandığı geniş açılı lenslerinde yine güçlü resimsel etkiler yaratıyor. Filmdeki bütün karakterlerin adeta bir ressamın elinden çıkmışçasına çok iyi çizildiği ve oynandığını da belirtelim. Bu renkli karakterleri oynayanlar arasında ağır makyajlı ve zor tanınır Tilda Swinton başta olmak üzere kimler yok ki? Hepsini anmaya yerimiz yetmez. Jeff Goldblum gibi deneyimli oyunculardan Saoirse Ronan, Lea Seydoux gibi genç kuşağın yeni yıldızlarına uzanan bu oyuncuları keşfetmek neredeyse başlı başına bir keyif... Ralph Fiennes ise Gustave ile kariyerinin belki de en eğlenceli, komik kompozisyonlarından birini çiziyor. Bütün Wes Anderson filmleri gibi yine gönülden tavsiye ediyorum. Umarım siz de seversiniz...

        Diğer Yazılar