Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2005’te gösterime giren ve çok ses getiren “Sin City”nin devamı niteliğindeki “Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın” (Sin City: A Dame to Kill For) dünyayla aynı anda vizyonda. Robert Rodriguez ile Frank Miller’ın yönettiği filmin görüntüleri ilk filmdeki gibi yine mükemmel...

        “Günah Şehri”ni (Sin City 2005) sinema – resimli roman sanatı işbirliğinin en etkileyici sonuçlarından biri olarak hatırlıyorum. Dijital efektlerin desteğiyle film karesini bir tuvale dönüştüren anlayışın ilk ürünü değildi belki ama çarpıcı ve ilham verici bir uygulamasıydı. Daha da önemlisi orijinaldi. Yeni film bu orijinalliğe üçüncü boyutu dahil ediyor. Marv’ın (Mickey Rourke) dört şımarık gencin icabına baktığı o karlı açılış sahnesi zaten bir 3D şovunu andırıyor. Ama 3D’nin estetik olarak filme çok şey kattığını söyleyemem. “Günah Şehri”nin alametifarikası bence öncelikle siyah-beyaz dünyası ve dışavurumcu diye tanımlanabilecek görüntüleridir. “Siyah” parlak bir karanlık olarak kadrajın büyük bölümünü kaplar. “Beyaz” ise parlak ışık demetleri olarak düşer perdeye. Kontrast sert ve keskindir. Siyah – beyaz filmlerin vazgeçilmez ara tonu olan gri renkleri ise sadece insan yüzlerinde görürüz. Bu teknik sayesinde oyuncuların yüzlerindeki ifade normal bir filme göre çok daha fazla öne çıkar. Oyuncular, bir resimli roman fonunda hareket eden figürlere dönüşürler.

        ŞİDDET RAHATSIZ EDİCİ, GÖRÜNTÜ BENZERSİZ

        İlk filmde de uygulanan bu kreatif teknik, resimli roman estetiğinin sinemada ulaştığı en ileri noktalardan biri gibi geliyor bana hâlâ... Sözgelimi, Ava’nın (Eva Green) havuza atladığı ve yüzdüğü o muhteşem sahnenin bir benzerini daha önce görmedim. Her ne kadar şiddetin boyutundan rahatsız olsam da, grafik şiddetin son derece estetik hale geldiği sahneler olduğunu inkâr edemem. Gerçi kanın renginin bazen beyaza dönüşmesi film seyrediyor olduğumuz hissini güçlendiriyor ama bu, hikâyeyle aramıza bir mesafe koymuyor. Özellikle, ana karakterlerin düşüncelerini kısa cümlelerle dile getirdiği yarı şiirsel dış ses, seyirciyi hikâyenin tam içine çekmeyi başarıyor. Hikâyeye baktığımızda ise filmin Hollywood klişelerinin orasını burasını kurcalayan, karanlık bir tavrı olduğunu görüyoruz. Sözgelimi Marv. Hesapta iyi adam ama sürekli kan döken bir şiddet müptelasından farksız. Kötülerin kazanabildiği, iyilerin şuurlu ya da şuursuz kötülükler yaptığı bir film bu.

        UCUZ ROMAN KLİŞELERİ

        Kuşkusuz böylesine bir filmde güçlü fikirler, sağlam temalar beklentisi içinde değiliz ama “kötü adam” senatör Roark’un (Powers Boothe) odağında dönen öykülerin sinematografi konusundaki şahane yaratıcılıktan nasibini almadıkları kesin. Kibirli Johnny’nin (Joseph Gordon-Lewitt) meselesi biraz ilginç belki. Ama Dwight (Josh Brolin) ile Ava’nın klasik “femme fatale” (uğursuz kadın) öyküsü ya da Nancy’nin (Jessica Alba) intikam arzusu bizi ilginçlikten uzak ve bayat “ucuz roman klişeleri”ne götürüyor. Şiddetin kötülüğe karşı yegâne silah olması ve ölçüsüz kullanılması da bence rahatsız edici. Bunlara karşılık Robert Rodriguez’in görüntü yönetmenliğini yapıp kurguladığı ve resimli romanın çizeri, yazarı Frank Miller ile yönettiği bu filmin öyle bir sinema duygusu var ki, tüm bu zaaflarını unutup kendinizi görüntülere kaptırmanız mümkün.

        Dört nikâh bir aile

        Fransa'da geçtiğimiz nisan ayında gösterime giren ve 11 milyon civarında seyirciye ulaşan “Sürpriz Damatlar” (Qu’est-ce qu’on a fait au bon Dieu?), ırkçı politikaların ve aşırı sağın gücünü hissettirdiği günümüz Fransa’sında yaşanan “etnik gerilimleri”, hafif bir komedi öyküsüyle yumuşatmayı hedefliyor. Yönetmen Philippe De Chauveron’un Guy Laurent ile birlikte yazdığı senaryo, peş peşe gelen 3 nikâh töreniyle başlıyor. Katolik bir Fransız burjuva ailesinin üç kızı Müslüman, Yahudi ve Çinli erkeklerle evleniyor. İlk büyük aile toplantısı “etnik ve kültürel çatışmalar”a sahne olunca anne ve kızlar durumu toparlamak için devreye giriyor. Ama en küçük kızın eş seçimi aileyi daha da büyük bir krizin eşiğine getiriyor. Filmin ırkçılığı bir çeşit “erkeklik hastalığı” olarak gören bir yaklaşımı var. Sorunları genelde bir türlü olgunlaşamayan erkekler çıkartıyor, kadınlar ise çözüyor. Erkeklerin birbirlerindeki gizli ya da açık ırkçılığı fark ettikçe arkadaş olup yakınlaşmaları ise başka ilginç bir nokta... Sorunlar biraz da gizli ırkçılığın ittifakıyla aşılıyor sanki. Bana bizim kalabalık kadrolu Arzu Film komedilerini hatırlatan “Sürpriz Damatlar”, hayli iyi niyetli ve hayalci bir film. Fransa’da ulaştığı büyük gişe başarısı ise toplumsal bir terapiye duyulan ihtiyacı gösteriyor sanki...

        Diğer Yazılar