Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1956 yılında Monaco Prensesi Rainier ile evlenen Hollywood yıldızı Grace Kelly’nin, hayatından bir yıllık bir kesiti aktaran “Monaco Prensesi Grace” (Grace of Monaco) gösterime girdi. Grace Kelly’yi Nicole Kidman canlandırıyor

        Biyografik filmlerin en büyük dezavantajlarından biri, gerçek hayat hikâyelerini seyircilerin bildiği, tanıdığı öykü formatlarına çevirme zorunluluğudur. Sorun sadece gerçekliğin daha sıkıcı ve düz olması değildir. Gerçek ya da hayali tüm hikâyeler seyircinin alıştığı kalıplara uygun olmalıdır. Özellikle Hollywood usulü biyografilerde amaç seyircinin ilgisini ayakta tutmak, heyecanlandırmak ve duygulandırmaktır. Senaryosunu Arash Amel’in yazdığı, Olivier Dahan’ın yönettiği “Monaco Prensesi Grace” (Grace of Monaco) söz konusu kalıplara fazlasıyla uygun bir film. O kadar uygun ki, seyircinin duygularını altüst etmek için çekilen bizim yerli melodram dizileriyle bile rekabet edebilir. Dolayısıyla, öyküde ne isterseniz var: Aşk, kibir, gurur, ihanet, gerilim, casusluk, siyaset...

        PRENSESLİK ROLÜ

        Grace Kelly’nin (Nicole Kidman) Hollywood’dan Monaco’ya uğurlanışını ve yüzyılın düğününü özetleyen girizgâhı saymazsak öykü 1961 yılında Alfred Hitchcock’un Monaco Prensesi’ne “Marnie” filminde başrol teklif etmesiyle start alıyor. Kelly, ünlü yönetmene “Burada mutluyum Hitch!” diyor. Ama kısa sürede mutlu olmadığını, prensle arasının limoni olduğunu, sarayda yalnızlık çektiğini ve sinemaya dönmek istediğini anlıyoruz. Aynı tarihlerde Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle de, Prens Rainier (Tim Roth) ve Monaco’yu “vergi istiyorum” talepleriyle sıkıştırıyor, ilhak tehdidiyle ekonomik ambargo başlatıyor. Dolayısıyla filmin “kötü adam” cephesinde Fransızlar duruyor. Grace Kelly’yi Amerikalı ve artist diye küçümsüyor, Rainier’in gururuyla oynuyor, kraliyet ailesine nifak tohumları ekiyorlar. Peki, eşi böylesine zor günler yaşarken, Grace Hollywood’a mı dönecektir, yoksa gerçek bir prenses mi olacaktır? Bu sorunun internette 1 dakikada bulacağınız cevabından ziyade asıl önemli olan kuşkusuz karar süreci. Filmin ana fikri, Grace Kelly’nin Monaco’da “hayatının en büyük rolü”nü oynamaya başlayarak doğru yola girmesi. Yani “Hollywood iyi hoş ama bir anne ve eş olarak ‘evinin kadını-sarayının prensesi’ olması daha doğru bir karar” demeye getiriyor film. Prensesliğin bir rol olduğu kabul ediliyor ama rollerin gerçek hayatta sorun yaratabileceği üzerinde pek durulmuyor. Filmde daha çok “Hadi prensesim, şu Fransızlara haddini bildirelim” gibi bir tavır hâkim. Tarihçiler ne der bilinmez ama Fransa-Monaco ilişkilerinde Grace Kelly’nin çok önemli bir rol oynadığı da vurgulanıyor.

        KRALİYET FİLMİ

        Onassis (Robert Lindsay) filmin bir yerinde Rainier’e “Şu karına bir ayar ver artık” gibi bir şey diyor. Finalde bakıyorsunuz Kelly, Onasis’in istediği noktaya gelmiş. Her şey erkeklerin istediği gibi; Kelly artık kraliyetin ve erkek dünyasının bir parçası. Tuhaf olan, filmin tüm bunları bir başarı hikâyesi gibi kurgulaması. Aynı hikâye feminist bir yönetmenin elinde trajediye dönüşebilirdi. Öte yandan, tüm bu politik okumaları boşverip Eric Gautier’nin sıcak Akdeniz renklerini kullandığı harika görüntüleri eşliğinde eski usul bir kraliyet filmi seyretmeniz de mümkün.

        HAYAT İLE ÖLÜM ARASINDA

        Gayle Forman’ın romanından sinemaya uyarlanan “Eğer Yaşarsam” (If I Stay), bir otomobil kazası sonrası yaşam ile ölüm arasında kalan genç bir kızın öyküsünü anlatıyor. Mia (Chloe Grace Moretz) kaza geçirdiği gün Juillard Müzik Okulu’ndan gelecek cevabı heyecan içinde beklemekte ve sevgilisi Adam (Jamie Blackley) ile belirsizleşen ilişkilerini düşünüp kederlenmektedir. Kazadan sonra ise çok daha temel sorunlar ve seçimler beklemektedir onu.

        Daha çok genç seyircilere seslenen “Eğer Yaşarsam”, aile ve aşk filmlerinin bütün temel özelliklerini barındırıyor. Özellikle sonlara doğru son derece duygusal ve göz yaşartıcı bir güzergâhta ilerleyen film, aile olmanın, dayanışmanın önemini gösterirken, “sevgi her koşulda fedakârlıktır” limanında demirliyor... “Eğer Yaşarsam”ın en hoş yanı, müziği karakterlerin özelliklerini gösteren bir simge olarak kullanması. Mia, çellosu ve müziğiyle kendine yeten bir karakter. Müzik yaparken adeta bir başka dünyaya gidiyor. Bir rock grubunun solisti olan Adam ise dinleyicileriyle iletişim kuruyor, o anı yaşıyor. Mia’nın hayatındaki en önemli aydınlanma anının hep birlikte müzik yaptıkları akşam olması boşuna değil. Onun gerçek ihtiyacı, paylaşmanın önemini anlamak aslında...

        “Eğer Yaşarsam”, soundtrack’indeki güzel şarkıları ve akıcı kurgusuyla rahat seyredilen; duygusallığıyla yer yer Türk usulü melodramları da hatırlatan romantik bir Hollywood filmi.

        Diğer Yazılar