Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İnsan, kendini, çevresini, nesneleri, olgu ve olayları açıklayabilmek ve bunları sistematik bir bilgi bütünü haline getirebilmek için, varoluşunun ilk adımlarından itibaren büyük bir gayret içinde olmuştur. İlk açıklama biçimleri, daha çok doğanın büyüsüyle ilgilidir. her şeyin nedeni, her şeyin sahip olduğu ruhun devinimlerinin içindedir. Animist (ruhçu) denilen bu düşünce tarzı, Eski Yunan’dan başlayıp 18. yüzyıla kadar olan süreç içinde, Batı düşüncesinde yerini başka “temel bir açıklama”ya bırakacaktır.

        Bu açıklama ögesine benzerlik adı verilmektedir. Açıklamalara benzerlikleri izleyerek ulaşılabileceğini varsayan bu düşünce doğrultusunda, örneğin ay soğuktur, güneş sıcaktır, o halde aya benzeyen gümüş soğuk, güneşe benzeyen altın sıcaktır. Öyleyse, soğuk gereken hastalıklarda gümüş, sıcak gereken hastalıklarda altın kullanılmalıdır. Bu açıklama tarzı da, Orta Çağ’da yerini “işaretler teorisi”ne bırakacaktır. Buna göre, her şeyi yaratan Tanrı, bunların işleyişinin nasıl çözüleceğine ilişkin işaretleri oraya buraya serpiştirmiştir. İnsana düşen, bu işaretleri bulmak ve böylece sonuca ulaşmaktır.

        16. yüzyılda tereddütlü adımlarla başlayan bilim devrimi, 18. yüzyıldaki Aydınlanma hareketinin verdiği ivme ile, artık sırları değil, ilişkileri, oranları, etki ve tepkileri, özellikleri arar hale gelecektir. Bugün hâlâ sürmekte olan bu süreç içinde, bilim artık “sırlara ulaştıracak işaret”lerin peşinde değil, maddeyi ve etkilerini açıklayacak matematik formülasyonların peşindedir. Bilim aleminde denildiği gibi, “matematik olarak formüle edilemeyen hiçbir şey bilim değildir”. Ve inanç, bilim değildir, matematik formülasyona giremez.!

        İnsanlığın en eski kabullerinden, tutumlarından biri olan inanç ise, herhangi bir kanıt gösterme zorunda olmadan içine girilen manevi alanın adıdır. Eğer inanç unsurları, bilimde olduğu gibi kanıtlanmaya, hele hele matematik formülasyonlara dökülmeye çalışılırsa. Maneviyattan yani inanç olmaktan çıkar ve maddiyatın alanına girer. Bundan beteri, kanıtlanma koridoruna giren her şey, tersinin ispatlanması riskiyle karşı karşıyadır. Öyleyse inancın temellerini kanıtlamaya kalkışmak, inançsızlığın ta kendisi olur!

        Bizim “bilim adamları”mızın hiç değilse bir kısmı (umulur ki çoğunlukta değillerdir!), bilimsel kanıt olarak “Tanrı’nın oraya buraya yerleştirdiği işaretlerin” peşinde. Yeni Ümit Dergisi’nin düzenlediği ve Diyanet İşleri Başkanının katıldığı “Kuran ve bilimsel hakikatler” adlı sempozyumda, Zaman’ın haberine gere, “Kuranı Kerimin ilmi yanı gözler önüne serildi”. Prof. Dr. Adnan Yüksel, çocuğun oluşumunun “bilimsel veçhesi”nin Kuranda yer aldığını bildirdi. Faslı Prof. Belabid, “başağında bırakılmış buğdayda sağlık açısından hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir. Bu da Kuranın bize 1400 yıldan beri öğrettiği çok önemli bir bilgidir” dedi. Burada biraz duralım. Buğday, 8 bin yıldan beri yetiştiriliyor ve insan bu özelliği o tarihten beri biliyor. Kuran ise 1400 yıllık. Öyleyse bilgi kime ait? İnanç, bilim, teknoloji, yapma bilgisi birbirlerine karışıtırılacak şeyler değildir. Bu bilince varmak için biraz tarih bilgisi yeterlidir.

        Gaziosmanpaşa Üniversitesi Kimya Bölümü’nden Prof. Dr. Osman Çakmak, Kuranda uzay ve karadeliklerle ilgili “ayetlerden örnekler” vererek, “Kuran bize her zaman ipucu vermekte” dedi. Kuran 600 sayfa. Sayfada 400 kelimeden yaklaşık 250 bin kelime. Yeryüzündeki canlı türlerin sayısı 30 milyon. Sadece bunların birer kelimeyle ifadesi 120 Kuran gerektirir. Taşlar, topraklar, sular, maddenin halleri, doğal olaylar ve binlerce, milyonlarca başka şeyi saymayalım. Bütün bunların sadece adlarını sıralamak için milyonlarca Kuran gerekir. Bir de ilişkileri, özellikleri dökmeye kalkışırsak birkaç milyon Kuran daha gerekir.

        Bilim başka, inanç başka. İnancı bilimle kanıtlamaya kalkışmak, inanca en büyük ihanettir.

        Diğer Yazılar