Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çok az bilirim Almanya’yı. Bu üçüncü gidişim falan... Hep kısa geziler oldu şimdiye kadar, bu kez de öyle oldu.

        Essen’de, AK Parti’nin “Siyaset Akademisi” bizi bir konferansa çağırdı, “mezkur” meselemize dairdi. Muhabbet sofrasından her daim hiçbir lezzetin eksik olmadığı Mehdi Eker, tarihçi arkadaşım Mahmut Akyürekli ve dostum M.Emin Ekmen’le gittik. İki gece kaldık; çok az gezme fırsatını buldum, hatta gezme bile denemez.

        ***

        Yazdan aşırma bir akşamüstü Köln’de, Dom Katedrali’nin ürkütücü ihtişamı karşısında durup bu ülkeye dair bildiğim şeyleri düşünmeye çalıştım.

        Karşıma çıkan bütün tabelalardaki şehir isimlerinin tanıdık gelmesi, hepsinin ta “radyo günlerinde” anlatılan maç yayınlarından miras kalmış olması, ötesine ait bildiğim her şeyin okuduğum romanlarından hafızama yerleşmiş olması, bu topraklarda fışkırmış olan felsefe ve fikir çeşitliliğinin dünya kültürüne olan o muazzam katkısı ve her şeyin üstünde, hep İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan o güzel filmler, o birbirinden muhteşemler roman...

        “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” dediğine bakmayın Remarque’ın; benim için o kadar çok şey var ki!

        ***

        Bu ülkeye her gelişimde nedense, üstü açık bir otomobile binmiş, sağ eli ileride, yanında birkaç SS’le biraz sonra yanımdan Führer geçecekmiş gibi gelir bana.

        Hitler’in ruhu dolaşıyor mu o sokaklarda, oralarda yaşayanlar bilir. Ama benim bildiğim bir şey var ki Almanlar; bütün Naziler, önemli bir kısmı eceliyle, diğerleri de şöyle veya böyle bu hayattan çekip gittikten sonra bugün anladığımız anlamda gerçek bir “hesaplaşma” ya girişmişler onlarla.

        İşte bakın en büyük yazarlarından birisi olan Günter Grass’a!

        Neredeyse ölümüne çok az bir zaman kalmışken, gençliğinde Nazilerle işbirliği yaptığını “itiraf” etti ve öldü.

        Artık çok geçti, çoktan Nobel almış, dünyanın en büyük yazarları listesinde ilk sıralara yükselmiş ve arkasından “Teneke Trampet” diye bir abide bırakmıştı.

        Artık onu hiç kimse o “mertebeden” indirip “suçlular” kategorisine sokamazdı; atı alan çoktan Auschwitz’i geçmişti.

        ***

        Der Spigel Dergisi’nin son sayısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o gözlüklü resminin arkasına koydukları füze şeklindeki minareler illüstrasyonlu kapağı, neredeyse bütün gazete ve kitap satıcılarının vitrinlerini süslüyordu.

        Sözüm ona bütün dünyaya bir “diktatörün” serencamını anlatıyorlar. Biz, kendi kendine darbe tezgâhlamış o büyük diktatörün zulmü altında inim inim inliyorduk. Muhaliflerin sesini kısmış, masumların ümüğüne basmış, fundamentalist teröristlere yol vermiştik; uçuruma gidiyorduk ve bütün dünyayı da kendimizle birlikte o uçuruma sürüklüyorduk.

        Amerika’daki adamları derhal “kredi notumuzu” düşürmeliydi.

        ***

        Hemen yazının tam burasında aklıma, büyük romancı Marquez’in 1950’lerin başında bu ülkeye yaptığı gezinin notlarının yer aldığı “Doğu Avrupa’ya Yolculuk” kitabında okuduğum Nazi kamplarına ilişkin anlattıkları geldi.

        Marquez’e göre, Nazilerin yaptığı gaddarlıklar üzerine yapılan yorumların hiçbiri hiçbir şekilde hiçbir Alman’ı etkilemez, üzerinden kayıp gidermiş. Kampları gezerlerken rehberleri demiş ki:

        “Bizim talihsizliğimiz şu ki, bizler bir katliamı organize ederken bile bilim adamları gibi davranırız.”

        ***

        Peki, bize “acıdıkları” için bizi bir “diktatörün zulmünden kurtarmaya çalışan” o “bilim adamı gibi titiz” Almanların bir önceki kuşağı, nasıl olmuştu da o korkunç kampları kurmuşlardı?

        Marquez’in de sorduğu soru buydu ve edebiyatlarına az buçuk vakıf, yarattıkları o büyük felsefe ve düşünce dünyasına dair ufak tefek bir şeyler bilen birisi olarak ben de bu sorunun cevabını en az onun kadar merak ediyorum.

        ***

        Erdoğan diktatörlüğü altında inim inim inliyoruz diye yufka yürekleri yanıp tutuşan o Almanların “korkunç bilimselliğinin” o kamplarda çok güzel göründüğünü söyler Marquez. Kampı gezerken tanık olmuş, şöyle anlatıyor:

        “İnsandan çıkan maddelerin işlendiği bir laboratuvar olduğu gibi duruyor. Bir kapıdan canlı bir adam giriyor, öteki kapıdan posası çıkıyormuş. Bir insanda hammadde olarak ne varsa içeride kalıyormuş. İnsan derisinden, insan saçıyla dokunmuş kumaşlardan, insan bedeninin yağından elde edilen ürünlerden muazzam bir sanayi yaratılmış, üzeri çiçeklerle süslü, çam kokulu, koskoca bir kalıp sabun görmüştüm. İçimizden birinin, bu sabunun amcasından elde edildiğine inanması için yeterli nedenleri vardı. Auschwitz’de bu eşyalardan bir sergi yapmışlar ve insan bu meşum sanayinin piyasada harika bir geleceği olduğunu anlayabiliyor: İnsan derisinden üretilmiş bir bavul, çok üstün kalitede bir mal. Ben insanın bu kadar işe yarayacağını, hatta bavul bile yapmaya yarayacağını düşünemezdim.”

        ***

        Ama onlar düşündüler ve yaptılar; sonra da hepimiz görelim diye sergilediler.

        Şimdi bize de diyorlar ki:

        “Sizde diktatörlük var!”

        O yüzden içerideki yandaşları “darbe” tezgâhlıyor.

        Dağdaki adamları vuruyor da vuruyor.

        Amerika’dakiler “kredi notunu” düşürüyor.

        Ah be Reis!

        İnlerine giriyorsun, iyi ediyorsun da; İstanbul’a o üçüncü havalimanını yapmayacaktın!

        Diğer Yazılar