Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TÜRKİYE’nin Ortadoğu politikası temelinden değişir gibi oldu ya, değerlendirmeler zamana, şartlara ve geleceğe göre yapılmıyor, yorumlarda her nedense geçmişteki hadiseler ve kavramlar kullanılıyor.

        Son günlerde ortaya sürülen eski kavramlardan biri de, hilâfet... Türkiye’nin Arap ülkelerine yakınlaşma temelindeki yeni dış politikasının bir çeşit “neohilâfet” olduğu söyleniyor..

        Benzetmenin böylesini, ancak hilâfetin mahiyetinin farkında olmayanlar yapabilirler!

        Hilâfet kavramı, Türkiye’de hep yanlış bilindi, yanlış anlaşıldı, bazı çevreler bu kavramdan her zaman medet umdular ve umanlar hâlâ da var.

        Yapılan hataları en eskisinden itibaren sıralayayım:

        HEP YANLIŞ ÖĞRETİLDİ

        Hilâfetin bize Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesinden sonra geçtiği, Kahire’de yaşayan son Abbasi Halifesi’nin unvanını ve makamını fetihten sonra Yavuz’a devrettiği söylenir ve ders kitaplarında da böyle yazılıdır.

        Ama, Yavuz Sultan Selim dönemindeki kayıtlarda bu şekilde bir devirden bahsedilmemesini bir tarafa bırakın, hilâfetin adı bile yoktur. Hükümdarın Suriye ve Mısır üzerine yaptığı seferlerin ayrıntıları günü gününe kaydedilmiştir ama hilâfet konusu hiçbir şekilde yazılmamıştır.

        Söylentinin ortaya atıldığı ilk kaynağın tarihi, Yavuz Selim’den iki asır sonrasına aittir ve Kahire’deki Abbasî Halifesi’nin makamını Yavuz’a devrettiğini yazan kişi de, İstanbul’daki İsveç Elçiliği’nin tercümanı d’Ohhsonn’dur.

        Osmanlı padişahlarının hem hükümdar hem de halife oldukları düşüncesi ise, daha sonraki asırlara aittir. “Halife” unvanı ilk dönemlerde bazı hükümdarlar tarafından kullanılmış ise de, bu kullanış sadece meşruiyet kazanmak ve güçlü görünmek

        arzusundandır.

        SON HALİFE ABDÜLHAMİD’DİR

        Hilâfetin bizde resmen ve fiilen kullanılmış olup olmadığını merak etmiş olabilirsiniz.

        Kullanıldı, sesini duyuran güçlü bir “hilâfet müessesesi” ilk defa İkinci Abdülhamid zamanında yani 1876 sonrasında ortaya çıktı. Abdülhamid, imparatorluğu teşkil eden unsurların ayrılıkçı hareketlerinin Türk olmayan Müslüman gruplara da sirayet etmesini

        önlemek maksadıyla hilâfetten faydalanan ilk ve son, yani tek hükümdar oldu.

        Sonrası ise, mâlum... Osmanlı’nın hilâfetini hiçbir zaman gönüden tanımamış

        olan Arap dünyası, Sultan Reşad döneminde bize karşı cihad ilân etti ve ortada

        ne hilâfet kaldı, ne de Halife’nin gücü...

        Fiilen halife olan son hükümdar aslında Sultan İkinci Abdülhamid’dir, hilâfet Abdülhamid’den sonra gelen iki padişahın, Sultan Reşad ile Sultan Vahideddin’in iktidar senelerinde sadece bir “unvan” olarak kalmış, son Halife Abdülmecid Efendi de Ankara Meclisi tarafından seçilmiş olduğu için İslam dünyasında Hindistan’daki Müslüman gruplar dışında zaten kabul görmemiştir.

        Doktrinde, hilâfetin üç temeli vardır: Devlet, kılıç ve “bey’at”... Yani bir devletin başkanı olmak, güce sahip bulunmak ve “halife” unvanının İslam dünyasının kabul ve tasdikinden sonra şart olan bağlılık beyanı...

        Mustafa Kemal’in 1924 Mart’ında halifeliği kaldırmasından sonra hilâfeti yeniden tesis edebilmek maksadıyla İslam dünyasının dört bir tarafında çok sayıda kongreler tertip edildi, toplantılar yapıldı, konu defalarca ele alınıp tartışıldı ve sonuç hep bir “hiç” oldu. Bir türlü anlaşma sağlanamamasının sebebide işte bu “bey’at”, yani bağlılık bildirimi meselesiydi.

        Birileri şimdi kalkıp da lâik bir Türkiye’nin Arap dünyası tarafından tanınması hiç bir şekilde mümkün olmayan “neo-hilâfet” hayalleri güttüğünden bahsetmiyorlar mı, inanın çok gülüyorum.

        Diğer Yazılar