Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gevherî Sultan, yahut tam ismiyle Fatma Gevherî Osmanoğlu, Sultan Abdülâziz'in oğullarından Şehzade Seyfeddin Efendi'nin kızıydı.

        Babası Seyfeddin Efendi hem zamanının en mâhir mahya ustası, hem de birinci sınıf bestekârdı. Profesyonel bestekâr olan Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud gibi padişahların ve hanedanın diğer müzisyen mensuplarının arasında, bu işte en fazla muvaffak olan Osmanoğlu, benim kanaatime göre Seyfeddin Efendi idi. Şehzadenin hâlâ sık sık çalınan Hüzzam ve Bayatî makamlarındaki peşrevleri, klasik müzik repertuvarımızın en zarif eserlerindendir, bilenler bilirler...

        Seyfeddin Efendi, hayata 1927 Ekim'inde Fransa'nın Nice şehrinde sürgünde veda etti ve ardında dört çocuk bıraktı. 1904'te doğmuş olan tek kızı Gevheri Sultan çocukluk senelerinde babasının musiki meclislerine katılmış, o zamanın büyük üstadlarını dinlemiş, bir zamanlar Tanburî Cemil Bey'den tanbur ve kemence dersleri almış ve iyi bir kemençeci olmuştu.

        Gevherî Sultan sürgünde büyük sıkıntılar çekmiş olmasına rağmen musikiden vazgeçmedi, babasından kalan bazı çalgıları itina ile muhafaza etti ve 1952'de hanedanın hanım mensuplarının Türkiye'ye girebilmesine izin veren kanunun kabulünden sonra İstanbul'a dönerken çalgılarını da yanında getirdi.

        ÇALGI VE NOTA MİRASI

        Sultan, hayatının son senelerini amcası Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi'nin kızı olan kuzeni Mihrişah Sultan ile beraber, Taksim taraflarında geniş bir apartman dairesinde geçirdi. 1980 Aralığında 76 yaşında iken vefat etti ve miras olarak sadece tanbur ve ke-mençe gibi birkaç çalgı ile notalarını bıraktı.

        O senelerde birileri İstanbul'da bir "Çalgı Müzesi" kurma hevesine kapılmış ve bu işi 12 Eylül sonrasında yeniden açılan Büyük Millet Meclisi'ne yaptırmanın yolunu bulmuşlardı. Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile bazı kasırlar Meclis'in "Millî Saraylar" Dairesi'ne bağlı idi ve Meclis'e ait bu binalardan Aynalıkavak Kasrı da çalgı müzesine mekân olarak seçildi. Etraftan bağış olarak bir hayli Türk çalgısı toplandı, müze törenlerle, nutuklarla, kurdele kesmelerle açıldı.

        Bağış yapanlar arasında, kuzeni Gevherî Sultan'ın vefatı ile yalnız kalan Mihrişah Sultan da vardı ve Gevherî Sultan'ın çalgıları ile notalarını bu müzeye bağışladı...

        Ama, bütün bu açılış tantanası sırasında çok önemli bir hususu kimseler hatırlamadı: Sazların rutubetten etkilenmeleri ihtimalini...

        Yapıları basit, kendileri de hassas olan Türk çalgılarının denize yakın bir mekânda bakım yapılmadan bırakılmamaları gerekiyordu, zira rutubet her tarafı ahşap olan çalgıları ânında çürütürdü! Zaten zamanla sadece çalgılar değil, yeni restore edilmiş olan Aynalıkavak Kasrı da dökülmeye başladı ve yeniden bir restorasyona girişildi. Çalgıları da Meclis'e ait ve daha rutubetli bir başka mekâna, Dolmabahçe Sarayı'na nakledip sandıklara attılar.

        KARPUZ GİBİ DİLİMLER

        Gevheri Sultan'ın çalgılarını sarayda bundan birkaç sene önce gördüm ama keşki görmez olaydım, içim sızladı! Taksim'deki apartmanında defalarca dinlediğim güzelim Baron kemençenin göğsü açılmış, bir başka çalgının sapı teknesinden çıkmış ve sırt dilimleri karpuz gibi ayrılmıştı.

        Arkadaşlar anlattılar, çalgılar bundan bir müddet önce tekrar yer değiştirmiş ve kurulması planlanan bir başka çalgı müzesi için bu defa Gülhane Parkı'na götürülmüşler. Ama, Gülhane'deki çalgı müzesi projesinden daha sonra vazgeçilmiş ve Gevheri Sultan'dan kalan ne varsa, bu defa parktaki bir depoya tıkıştırılmış!

        Şartlı bağış yoluyla verilen eşyanın yerini her aklına esenin değiştirdiği, yetkililerin ortada fol yok, yumurta yokken etrafa "Mükemmel bir kolleksiyonu satın aldık, çalgı müzemizi artık kurulmuş sayabilirsiniz" gibisinden hayâlî müjdeler dağıttığı ve elde olan eserlerin de sandıklara tıkıldığı bir memleket olduk!

        Beyler, çalgı müzesi bizim neyimize?

        Diğer Yazılar