Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Liberal demokrasiler temelde üç nedenden dolayı ciddi bir krizden geçiyor. Birincisi demokratik ülkelerde ekonomik krizin yıkımının çabuk onarılamaması, siyasetin sermaye ile ilişkilerinin giriftliğinin ortaya çıkması sıradan vatandaşı kızdırıyor. Aynı vatandaş kendi haklarının bu siyasi yapı içinde korunmadığını düşünüyor, güçsüzlüğünü hissediyor. Yerleşik düzenin partilerine yönelik öfkesini; dışlayıcı, yabancı düşmanı, içe kapanmacı partilere yönelerek gösteriyor.

        İkincisi ve birinciye bağlı olarak demokratik yönetimlerin kaldıramayacağı boyutlarda bir eşitsizlik gene sıradan vatandaşta ve özellikle de küreselleşmeden zarar gördüğüne inanan kaygılı orta sınıflarda derin bir tepki yaratıyor. 21. Yüzyılda Sermaye adlı kitabı İş Bankası tarafından yayınlanan Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin tezleri bu nedenle bunca yankı bulabiliyor.

        Son olarak da liberal demokrasiler 11 Eylül’den beri, güvenlik kaygılarını öne sürerek temel hak ve özgürlük alanlarını yabana atılmayacak ölçüde daraltıyorlar. Amerikan Senatosu İstihbarat Komisyonu’nun yayınladığı CIA’nın işkenceleriyle ilgili rapor bu bakımdan da önemli. Başta Başkan Obama olmak üzere Amerikan yönetim sisteminin bu rapordaki feci, tiksindirici, insanlık dışı davranışların sergilenmesine verdikleri eyyamcı tepki en hafifinden düşündürücü.

        Amerikan sağı bu raporun açıklanmasını şiddetle kınayarak raporu karalama kampanyası başlattı. Hak ve özgürlüklere ilişkin değerlerin bu denli kolayca askıya alınabildiği bir ortamda demokrasilerin insan hakları üzerinden Çin veya Rusya gibi ülkeleri eleştirmesinin de pek anlamı kalmıyor. Demokrasilerin eksikliğini hak ve özgürlüklerle ilgilenen sivil toplum kuruluşları ancak bir ölçüde ikame edebiliyor.

        Demokrasilerin derin bir meşruiyet krizinden geçtikleri böylesi bir uluslararası ortamda onlarla rekabet eden, kitleleri cezbedecek faşizm veya komünizm gibi güçlü ideolojiler yok. Çin’in veya Rusya’nın siyasi modeline özenen, onların gelecek tasavvurlarını paylaşanların sayısı pek yüksek değil.

        Ancak Princeton Üniversitesi’nden Jan Werner-Müller “Tarih’in Sonsözü: Liberal Demokrasiye Yönelik Popülist Tehdit” (History’s Postscript: The Populist Threat to Liberal Democracy) makalesinde bir başka rakibin varlığına dikkat çekiyor: “Demokrasinin bugünlerde demokratların da destek verdikleri değerleri benimseyen ciddi bir hasmı var: Popülizm...Popülizm seçkin karşıtı, ama daha da önemlisi çoğulculuk karşıtı bir siyaset tarzı... Popülist partiler yalnızca tepki partileri de değiller.”

        Son dönemde Macaristan, Türkiye, Rusya gibi ülkelerde popülist rejimlerin kökleştiğine dikkat çektikten sonra şu gözlemi yapıyor: “Popülist önderler kendilerini tehdit altında azınlık gibi hisseden ve öyle takdim edilen orta sınıflara yaslanırlar. Daha az göze çarpan boyutları, popülist rejimlerin kendi orta sınıflarını yaratmaya çalışıp bu kesimi ‘gerçek’ milletle özdeşleştirmeleridir. Bu rejimler denge-denetleme mekanizmalarını zayıflatır, devleti işgal eder, bağımsız sivil toplumu ezer ve hemen her zaman iyice yolsuzluklara bulanmış olurlar.”

        Bu tanımlamalar Türkiye demokrasisinin selameti açısından kaygı duyanlara yabancı değil. Zaten Werner- Müller’in yazısının önemli referanslarından birisi Türkiye’deki gelişmeler ve kullanılan söylem. Makalenin önemli tespitlerinden birisi popülistlerin söylemlerinde kendilerini milletin ta kendisi olarak tanımlamaları ve destekçilerine bunu kabul ettirebilme başarıları.

        Bu nedenle, ahlaksızlık olarak kabul edilecek siyasetler kitle üzerinde olumsuz etki bırakmıyor. Zira “ahbap çavuş ilişkileri ve yolsuzluklar ahlaki bir ‘biz’ ile ahlaksız ve hatta yabancı bir ‘onlar’ arasındaki” mücadelenin parçası olarak görülüyor

        Diğer Yazılar