Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        PARİS’teki saldırı pek çok toplum açısından bir denek taşı olacak. Başta Fransa olmak üzere Avrupa açısından hadise kendi toplumları içinde yaşayan Müslümanlar ile devletlerin ve toplumun diğer kesimlerinin ilişkisinin ne yöne gideceği.

        Saldırının hemen ardından gösterilen tepkilerdeki kucaklayıcı, işi dinler arası düşmanlık boyutundan görmeyen, vatandaşlık temelinde neyin yanlış yapıldığını anlamaya yönelik vurgu kalıcı olacak mı? Avrupa tarihinin en meşum dönemlerindeki ırkçılık ve ayrımcılığın canlanmasına engel olunacak mı? Bunları yaparken İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan seküler-liberal dünya görüşü çerçevesine oturan düzenden taviz verilecek mi? Haklı ve somut tehditlere dayalı güvenlik kaygılarını aşmak, özgürlükçü düzeni sürdürerek mümkün olacak mı?

        Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıya, ardından dinlerinin kutsal gününe hazırlanmakta olan sıradan insanlardan 4’ünün ölümüyle sonuçlanan koşer süpermarketindeki rehine krizine verilen ilk tepkilerde Fransa kendi geleneğinin aydınlık yanını sergileyebildi. Her iki olayda da dinleri İslam olan Fransız vatandaşlarının sergilediği tavır ve onların yakınlarının vakarı da belki bu tepkiyi tanımlamada belirleyici oldu.

        Ne var ki Fransa’nın eski sömürgelerinden gelenlerin, bu ülkenin tüm eşitlik iddialarına rağmen eşit vatandaş olduklarını söylemek de mümkün değil. Buna karşılık bu diyarlardan gelen milyonlarca insanın önlerindeki tüm güçlüklere rağmen Fransa’da vatandaş olarak tutunmaya çalıştıkları, kendilerini “cemaat” aidiyetinin boğucu çemberinden kurtarmaya çalışıp sistem içinde yükselmek istedikleri de bir vakıa.

        Sonuçta, İslamcılar bundan ister hoşlansınlar ister hoşlanmasınlar dindar ya da dinsiz insanların hayatlarını özgür bireyler gibi yaşamak gibi bir dertleri var. Bu konuların en önde gelen uzmanlarından Olivier Roy’nın yazdığı gibi bugün Fransa’da “bir Müslüman cemaati değil bir Müslüman nüfusu”, yani bireylerden oluşan bir topluluk var. Onların cemaatçi cendereye mahkûm edilmelerini istemek de iş değil.

        Bu konularda en karanlık sicile sahip olduğu için en ciddi özeleştiriyi yapmaya çalışmış Almanya’da Hıristiyan Demokrat Parti’nin Genel Başkanı ve Şansölye Angela Merkel, muhafazakâr bir siyasetçi olarak “İslam Almanya’nın parçasıdır” dedi. Irkçı PEGIDA’ya karşı başından itibaren ilkeli ve kesin tavır aldı. Aslen bir Protestan rahibi olan Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck da Merkel ile birlikte katıldığı Almanya Müslümanlar Konseyi (ZMD) ile Türk Berlin Cemaati’nin gösterisinde “Hepimiz Almanya’yız” diyebildi.

        Bu iki önemli ülkenin siyasi seçkinleri doğru tepkileri verdiler. Ancak her ikisinde ve pek çok Avrupa ülkesinde ekonomik krizin derinleşen etkisiyle birlikte artan bir ırkçılık tehdidinin var olduğu da malum. Yaşanan şok atlatıldıktan sonra Avrupa’nın popülist politikacıları bu olayı kullanarak daha saf, daha az “yabancı”nın yaşadığı bir Avrupa talepleriyle siyaset sahnesinde yerleşik düzene meydan okuyacaktır. Merkez siyaset de bu baskı altında mevzi kaybetmemek için taviz verebilecektir.

        Avrupa’nın imtihanı da kanımca tam budur: Büyük bedeller ödenerek yaratılmış liberal tahayyülü koruyup koruyamayacağı.

        İslam dünyası da bir sınavdan geçecektir. Türkiye’de “Gerçek İslam nedir?” sorusuyla başlamış olan tartışma aslında herkesi kapsayacak şekilde sürecektir. Eğer Türkiye kendi en düşük ortak paydasının seviyesine mahkûm edilmeyecekse, bu tartışmalardan ülkeye yakışır bir sentez de çıkabilecektir.

        Cumhuriyet Gazetesi’nin Charlie Hebdo’nun son sayısından seçki yayınlaması üzerine yetkililerin aldıkları tutum ve söylemler itibarıyla Türkiye’nin, liberal demokrasinin, özgürlükçü bir toplumun ne anlama geldiği konusunu anlamak için daha çok mesafe kat etmesi gerekeceği ise maalesef aşikârdır.

        Diğer Yazılar