Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son saldırı sonrasında dünyadan yükselen seslere bakıldığında Fransa’nın başka ülkeler ve toplumlar indinde de özel bir yeri olduğu anlaşılıyor. Bugünün Fransa’sının tüm arkaik görüntüsüne, enerji ve pırıltı eksikliğine rağmen geçmişten taşıdığı geleneklerin, düşüncelerin hayata geçirmeyi başardığı değerlerin dünyada bir karşılığı var. IŞİD’in gömmek istediği değerler bunlar. Fransa’nın son dönemdeki pratiğinde pek çok unsur bu birikime aykırı bulunsa, sömürgeci dönemin tortuları eski sömürgelerden gelmiş olanların eşitlik ilkesinden asla tam anlamıyla yararlanamamalarına yol açsa bile.

        Fransa olayına dünyanın gösterdiği tepkiyi çifte standart diye damgalamak bu bakımdan çok anlamlı değil. Hele kendi vatandaşlarının en hunhar şekilde ülkenin başkentinde katledilmelerine kolektif tepki göstermekten aciz bir toplumun bu türden yakınmalara pek hakkı yok. Hele şehitlerine bile içten, vicdani bir tepkiyle üzülemeyen, Güneydoğu’da güvenlik adına sıradan insanların maruz bırakıldıklarına ses çıkarmayan, Cizre, Nusaybin ya da Silvan görüntüleri karşısında “Oh olsun” demiyorsa bile omuzlarını silken profile sahip bir topluluklar federasyonu haline gelmişse.

        Fransa’da, üst üste gelen saldırılar nedeniyle dehşetli bir moral bozukluğu ortalığa hâkim. “Bu panik anında yalnızca korkanlardan korkuyorum” diye yazmış Fransızların bir büyük edebiyatçısı “Devlet sarsılmış, toplum çalkalanıyor, Fransa’nın kadim seküler büyüklüğü çöküyor, yasalar, alışkanlıklar, fikirler, çıkarlar, ruhlar, iradeler, yöneticiler, vicdanlar bunların hepsi sallantıda...”.

        Bunlar Paris’te geçen haftaki katliamın ardından yazılmış sözler değil. Victor Hugo, 1848 devrimlerinin başarısızlığa uğramasından sonra bir çığlık niyetine yazmış bu satırları. Ve devam etmiş, “Bir gecenin içinde olduğunuzu hissediyorsunuz. Önünüzde hiçbir şey görmüyorsunuz ve maalesef bu gecenin tabiatı hakkında da fikir sahibi değilsiniz. Kendinize terörle karışık bir kuşkuyla soruyorsunuz, benim mi gözlerim kör, yoksa dünya mı güneşsiz kaldı? Feci bir soru. Herkes kendine bunu soruyor. Kimse cevaplayamıyor”

        Fransa o gün bu manevi krizi aşmayı bildi. Şimdi kendilerini korkularına teslim edip etmeyeceği henüz belli olmayan diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte “halkların baharı” denilen o devrimlerden sonraki parlaklığını ve yaratıcılığını acaba gösterebilecek mi? Avrupa’nın önündeki soru budur.

        Farklı nedenlerden kaynaklansa da Türkiye’nin 7 Haziran ile 1 Kasım arasında geçirdiği dönemin sonunda varılan yerde benzer bir moral bozukluğu bir kesime hâkim. Çaresizlik duygusu geçen ayları tanımlayan büyük toplumsal enerjiyi boğuyor. Halbuki seçimlerden veya iktidar mücadelesinden ibaret olmayan bir gündemi var Türkiye’nin. Belki de hiçbir meselesi, savaşı, kırk yıldır kanayan yarasını durdurmaktan daha önemli değil, ama ülke sanki bunun farkında da değil.

        Bunu farkına varmamız için gerekli vicdani çığlığı tıpkı 1991’de olduğu gibi Leyla Zana ve elbette “X” diliyle de konuşarak attı. On yıllık mahpus ve onca deneyimin imbiğinden geçmiş haliyle. Zana’yı birikimdergisi. com sitesindeki yazısında “özgür ve ahlaki bir varlık” olarak tanımlayan Arzu Yılmaz’ın yazdığı gibi, “Bi hevîya aşîtî kî bi rûmet û mayînde’ sözlerini bir umuttan çok bir vicdani haykırış olarak yorumlamak daha doğru olur. Bu sözlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelmesi ise olsa olsa bir sitemdir; hem Zana’nın hem de Erdoğan’a umut bağlayan Kürtlerin sitemi”.

        Burası vicdani çığlıkların pek yankı yaptığı bir yer değil gerçi ama hiç değilse bu çığlıkları atan, atabilen vatandaşları hâlâ var.

        Diğer Yazılar