Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Haziran seçimlerinden 1 Kasım seçimlerine kadar geçen 5 ayda toplum bir korku taarruzu altında bırakıldı. Terör, ekonomik durgunluk, ödenemeyen borçlar, çevrilemeyen işler, durgun piyasa, patlayan döviz, geleceğe güvensizlik korkuyu besledi. Muhalefet partilerinin kendilerine emanet edilen 7 Haziran sonuçlarının yarattığı fırsatı nasıl harcadıkları gayet net görüldüğünden korku yersiz de sayılmazdı. PKK’nın 7 Haziran’ı farklı kılan ve ülke siyaseti açısından yeni bir döneme işaret eden HDP başarısını, azan şiddetiyle yok etmeye çalışması da işin tuzu biberi oldu.

        Toplumun pek çok kesiminin ruhuna zerkedilen korku kendisini korku olarak dile getiremediğinden anahtar kelime olarak “istikrar” seçildi. Yani ülkede işlerin yoluna girmesi için ilk şart 7 Haziran seçimlerinin sonucunun 1 Kasım’da reddedilmesi, tersine çevrilmesiydi. Ülkenin bir rejim dönüşümü eşiğine gelmesinin önemi küçümsendi. Seçim sonuçlarının bu şekilde reddinin siyasi sistem üzerinde yaratabileceği tahribat önemsenmedi. Ortalığı yıkan ve tarafların bilinçli şekilde tırmandırdıkları şiddet kasırgası olmasa da ekonomik durumun sihirli bir değnekle düzelemeyeceği gerçeği görmezden gelindi. Toplumsal gerilimlerin üstesinden sadece daha fazla baskı ve sertlikle gelinemeyeceğinin anlaşılmadığı gibi.

        Sonuçta 1 Kasım’da maksat hasıl oldu. Adil sayılması mümkün olmayan bir seçim dönemi, Adalet ve Kalkınma Partisi açısından büyük bir zaferle sonuçlandı. “İstikrar” ile eşanlamlı kabul edilen tek parti hükümeti kurulabildi. Tahmin edilebilecek olandan çok daha kısa süredeyse tek parti hükümetinin kurulmasının istikrar sağlamaya yetmeyeceği, bu ülkedeki istikrar sorununun hükümetlerin nasıl kurulduğundan çok daha derine giden nedenleri olduğu anlaşıldı.

        Çiçeği burnunda hükümet daha güvenoyunu almadan Türkiye kendisini müthiş bir anaforun içinde buldu. Üstelik bu kez geçmişte denenmiş yöntemlerin uzun dönemde pek işe yarayamayacağı iyice ortaya çıkıyor.

        Türkiye hiçbir zaman tam anlamıyla bir hukuk devleti niteliği taşımadı. O nedenle geçmişin çok da hasretle anılacak bir tarafı yok. Ancak bugünkü kadar da kuralsız, devleti devlet yapan davranışlar ve gelenekler manzumesinin dışına çıkılarak da yönetilmedi. Anayasası bu denli açıktan çiğnenmedi. Yargısı böylesine bir çürüme içinde olmadı. Kurumları bu denli işlevsiz ve anlamsız kalmadı.

        Böylesi bir çerçevede oluşan iktidarın ise sonuçta büyük zaaflarla malul olduğunu artık bir hayli acı çekerek de olsa anlamaya başlayacağız. Tek ele tüm gücü vermenin istikrar değil ancak “istikrar serabı” yaratabileceği tüm boyutlarıyla kavranacaktır. Bunların da ötesinde Türkiye üstesinden tek başına gelemeyeceği bir bölgesel kriz ortamıyla karşı karşıya.

        Son 5 güne sığan gelişmeler yeterince açıklayıcı. Rus uçağının düşürülmesi, Başbakan’ın son derece önemli Brüksel zirvesi öncesinde 2 gazetecinin tutuklanması, son olarak da Diyarbakır Baro Başkanı’nın öldürülmesi geleceğin getirecekleri hakkında bir fikir veriyor. Yayın yasaklarıyla, toplumsal kesimlerin yaslarını tutmalarına izin vermemekle, gösterileri şiddetle bastırmakla üstesinden gelinemeyecek bir kriz girdabına girildiğini sanıyorum.

        Türkiye’nin kurumsal ayarlarının, güçler dengesinin ve uluslararası sistemin normları içinde hareket etme becerisinin acilen yeniden tesis edilmesi gerekiyor. Rusya ile ipler kopmuş, Suriye’deki etki neredeyse sıfırlanmış, korkulan tüm gelişmeler dünya sistemindeki yalnızlaşmaya paralel olarak gerçekleşme yoluna girmişken inatlaşmadan dönmek elzemdir.

        Ufuktaki fırtınadan kurtulmanın yolu ne gazetecileri içeri atmaktan ne de Elçi’nin ölümünden sonra olduğu gibi yalan haber yayıp nefreti derinleştirmekten geçiyor. O yol çıkmazdır. Tıpkı “istikrar” uğruna, kendine yalan söylemenin, ilkelerini askıya almanın çıkmaz yol olduğu gibi.

        Diğer Yazılar