Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        RUSLAR ile Türklerin karşılaştırılacak pek çok yönü var. Bunların başında Avrupa ile ilişkileri geliyor. Her iki ulusta da Avrupa ile ilişkiler birbirine zıt duyguları harekete geçiriyor. Bir yandan ülke olarak Avrupa kıvamına gelmek, onunla aşık atabilmek, onların başardıklarının ötesine geçmek söz konusu. İşin bu tarafında Avrupa’ya duyulan hayranlık var. Diğer yandan kendinden üstün gibi gördüklerine yönelik haset, adam yerine konmadığın için sinirlenme, Avrupa’nın ya da daha genelinde Batı’nın kendi değerlerini evrensel değerler olarak sunmasına hatta dayatmasına duyulan derin tepki kendini her an gösterebiliyor. Bu eziklik ile böbürlenme arasındaki gelgitler Rusya’nın da Türkiye’nin de Avrupa/Batı ile dengeli bir ilişki kurmalarını engelliyor aslında.

        Soçi’deki konferansta her düzeyden Rus katılımcı tarafından sık dile getirilen şikâyet, Soğuk Savaş’ın bitmesinden itibaren ABD’nin-Batı’nın Rusya’ya saygı göstermemesiydi. Egemenlik vurgusu yapılırken, içişlerine müdahaleye kızarken, Suriye’de ya da Ukrayna’da izlenilen politikaları savunurken ön plana çıkan hep bu eşit muamele görme arzusuydu. Türkiye’de de bu beklentilerin, taleplerin çok güçlü olduğu, yeni Cumhuriyet’in en zayıf dönemlerinde bile bir zamanlar imparatorluk yönetmiş bir ulusa gösterilmesi gereken itibarı hak görmesi söz konusudur.

        Konferans sırasında yemek masasında yapılan sohbetlerde ortaya çıkan bir konuda ise iki ülke arasındaki büyük bir farkı görmemek mümkün değildi. Ruslar kendi tarihlerinin tüm evrelerine, iyisiyle kötüsüyle sahip çıkmakta herhangi bir sıkıntı yaşamıyordu. En milliyetçi olanları bile Petro’nun ya da Katerina’nın Batıcı reformculuğunu kendi tarihlerinin, kimliklerinin bir boyutu olarak görüyordu. Sovyetler döneminde ABD’ye göç etmiş, rejim yıkıldıktan sonra da bazı aksaklıklar nedeniyle Rus vatandaşlığını alamayan bir tarihçi bundan duyduğu üzüntüyü anlatırken, “Ben Sovyetler Birliği’nden kaçmıştım, Rusya’yı terk etmemiştim” diyordu.

        Sovyetler’in çöküşünde 20. yüzyılın en büyük felaketlerinden birisini görenlerde dahi Gorbaçov ve Yeltsin dönemlerine yönelik eleştiriler bu liderlerin reddine varmıyordu. En antikomünist ya da komünist rejimde ağır eziyet çekmiş şahsiyetler bile Stalin’i de kendi tarihlerinin içinde doğrusu yanlışıyla kabulleniyordu. Putin’in konuşmasında 1990’ların ezikliğine karşı dile gelen öfke, yöneticilere yönelik bir suçlama, karalama, reddetme noktasına asla gelmiyordu.

        Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 93. yılında artık farklı bir kalıba bürünüyor. Ülkeyi 14 yıldır yöneten ekip, yalnızca Cumhuriyet’in 80 küsur yılına damgasını vurmuş yönelimi sorgulamakla, kuruluş ilkelerinin bir kısmını reddetmekle yetinmiyor. Bu dönemin kazanımlarını görmüyor, bunlara değer verenlerin bir bölümünü dışlıyor. Bu durumda, yaşanan tarihteki kopukluk, kurulmasına çalışılan yeni Cumhuriyet’in ya da “yeni Türkiye’nin” toplumun tümüne mal olacak bir proje gibi şekillenmesine de engel oluyor aslında. Dahası, tarih dışı ve ideolojik bir reddiye üzerine kurgulanan yeni Cumhuriyet, evrensel değer ya da model üreten alternatif bir yapı kurmakta başarısızlık göstermekle kalmıyor.

        1913’ten beri yürürlükte olan, dar görüşlü, dışlayıcı, baskıcı ve toplumun etnik, mezhepsel, fikirsel zenginliğini ve çeşitliliğini asla kabullenmek istemeyen devlet yaklaşımını yeniden üretiyor. İktidarı konsolide etmeye ve toplumu buna uyarlamaya ayarlı politikalar izleyerek, eğitim sistemini hırpalayarak geleceği de ipotek altına alıyor. Aydınlık hedeflerle, akılcı liderler tarafından kurulmuş Cumhuriyet’in, 93. yıldönümündeki asıl trajedisi de herhalde budur.

        Diğer Yazılar