Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        SOKAKLARIN infaz yerine döndüğü bir memlekette kadınlar gününün şiddet meselesi üzerinden tartışılması şaşılacak bir şey değil tabii. Ancak şiddet meselesi yalnızca kadınları Allah yarattı demeden dövmekle, doğramakla sınırlı bir mesele sayılmamalı. Daha doğrusu şiddetin bu denli kolayca uygulanabilmesinde kadına uygun görülen konumun payını göz ardı etmemek gerekiyor. Bu ölçüde bir şiddet cinnetinin var olması ise kadının erkeklerin çoğunun gözünde burka giyse de giymese de hiçsizleştirilmesi ile mümkün.

        Ancak ölümüne şiddet işin yalnızca bir boyutu. Cumhuriyetin yargıçlarının aile ile ilgili davalarda “kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” diyerek karar verebildikleri bir ülkede yaşıyoruz sonuçta. Kadına yönelik şiddetin hayat felsefesi olduğu, çaresiz kadınların da bunu içselleştirdikleri bir durum hâkim. Kadın konusunun bir de cinselliğe dair boyutu var.

        Verilen karardan ve hâkimin “müsterihim” demesinden ben utandığım için şehrin ileri gelenleri tarafından zincirleme tecavüze uğrayan N.Ç.’den bahsetmeyeceğim. Ya da Siirt’te 70’lik hacılar dahil gene şehrin ileri gelenleri tarafından tecavüz edilen 12 ve 14 yaşlarında iki liseli kızcağızdan da dem vurmayacağım. (Sahi o davada ne aşamada olunduğunu merak eden var mı acaba?) Bu cinsiyetçi metalaştırma da şiddetin bir boyutunu oluşturuyor.

        Kadına bakıştaki bu sakatlıklar Türkiye ile sınırlı değil tabii ki. Özellikle şiddet konusunda hemen her yerde ciddi sorunlar yaşanıyor. Hele erkekler evin ekmeğini kazanan olma vasfını yeni ekonomide iş bulamayıp kaybedince o iktidarsızlığın getirdiği öfke de şiddet patlamasına yol açabiliyor. Bu dönemin en büyük kaçakçılık kalemlerinden birisinin beyaz kadın ticareti olması, seks köleliğinin artması kadın meselesinin evrensel boyutları hakkında bir fikir veriyor.

        Her yerde muhafazakâr politikacıların ve toplumsal akımların birinci hedefi kadınların boyunduruk altına alınması, tam eşitliğin reddedilmesidir. Akşam Gazetesi’ne verdiği mülakatta Profesör Ayşe Buğra bu konuya parmak basıyor: “Hükümetin en yüksek kademesinden şöyle açıklamalar geliyor: ‘Kadınlar erkeklerle eşit olamazlar çünkü onlar farklılar’. İşte bu muhafazakâr görüşün tipik bir ifadesi. Neden? Çünkü eşitliğin tersini farklılık olarak görüyorlar. Halbuki eşitliğin karşıtı eşitsizliktir.”

        Kadın-erkek arasında hiyerarşiyi muhafaza etmenin başat yolu kadınların çalışma hayatında yer almalarına burun kıvırmaktır. Bu yalnızca ekonomik özgürlüğü elde edip rahat hareket edebilme anlamında önemli değil. Çalışan insanın kendisine olan güveni, saygısı kendi varlığının kıymetiyle ilgili değerlendirmesi de farklıdır. Çalışmak belki de asıl bu nedenle önemlidir.

        Kadın statü olarak geride başladığından, yükselmeleri önünde engeller bulunduğundan pozitif ayrımcılık siyaseti önem taşır. Bu hedefi amaçlayan devletin ürettiği sosyal politikalar da belirli tercihleri yansıtır. Muhafazakâr siyasetin politikalarında ise hemen tüm kurgu kadının evde kalması, çalışma hayatından uzaklaşması üzerine kurulmuştur. Yani temelde eşitsizlikleri besleyen, kadını belli statüye mahkûm eden bir yapı yeniden üretilir.

        Profesör Buğra 1980’lerde dünya ile benzer kadın istihdamı rakamlarına sahip Türkiye’de bugün Kayseri gibi zenginleşmiş şehirlerde kadınların istihdamdan düşük pay almasını da siyasi İslam’ın yükselişi ve muhafazakârlaşmaya bağlıyor. Kadını ancak evde değerli gören zihniyetin egemen olduğu bir ülkede ise kendi iktidarsızlıklarını, kadın üzerindeki egemenlikleriyle unutmaya çalışan erkeklerin bu denli şiddetperver olmalarına şaşmamak gerek.

        Diğer Yazılar