Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cumhurbaşkanı, Saray merdivenlerindeydi.

        Bir şekilde yıkılmış “16 Türk devleti”nin zırhlı-zırhsız neferleri dimdik ayaktaydı.

        Fakat “son Türk devleti”nde Saray inşaatından iki işçi ayağa kalkamıyordu.

        Savaş Oğuz inşaattan düşüp ölmüş, ayağa kalkamıyordu.

        İsmi bende diğer işçi de düşmüş, “iş göremez durumda” ayağa kalkamıyordu.

        Aynı saatlerde, büyük devlet, “2 işçinin daha cansız bedenine ulaşıldı” diye bildirdi.

        Protestocu köylü kadınları dövülen, protestocu öğretmenin ölümüne sebep olunan, çok sayıda işçi öldüren HES inşaatlarından birinde, çığ altında kalan 5 işçiden ikisi daha.

        Ermenekli işçilerin de cansız bedenine ulaşılınca, neredeyse bayram havasında veriliyordu haber!

        301 Somalı işçinin cansız bedenine ulaşınca da, kendilerine ulaşmış gibi olmuştuk; çünkü koca bakanlar “inşallah kısa sürede ulaşacağız” diye söz vermişti!

        ***

        16 Türk devleti zırhlı kuşanıp ayakta dururken…

        Saray’dan düşen, biri ölen, biri adeta sürünen iki işçiye iskelede kemer takılmadığı belirlendi.

        Bu devirde bilirkişi bile “gerekli tedbirlerin alınmadığını” tespit etti.

        Bir de şu oldu:

        Birkaç gün önce, “Saray müteahhidi”, son Türk devletine “milli” saray yapan ve adı “Avrupa-Hıristiyan dünyası rönesansı”ndan gelen holding mahkemeye başvurdu:

        Bir işçinin, Saray değil, kiralık kondusuna, iki çocuğuna, iş göremezliğine verilebilecek tazminattan kaçabilmek için…

        “İş kazasına konu inşaatla herhangi bir ilişkimiz yok” diye bildirdi. İşçinin açtığı davanın reddini ve trilyonluk şirketin mahkeme masrafını işçiden istiyordu.

        Şirketin web sitesinde ise patronun daha bir hafta önce inşaatı ziyaret ettiği yazıyordu.

        Patron, nedense Saray’ı AVM ile karşılaştırarak demişti ki:

        “Rusya’da bundan büyük AVM açtık. Neden Türkiye bunu büyük görüyor, anlamıyorum. Yaşadıkça, garantimiz altındadır. Anıtkabir gibi mirastır.”

        İşçi Savaş Oğuz’un yakınları için sadece “kabir gibi miras” manasına gelse de!

        Bir beyanındaki “Lenin’den, Nazım’dan alıntıları”nı daha önce aktardığım patronun şirketi mahkemede sıkı pazarlıkçıydı:

        “Velev ki inşaatla ilişkimiz olmadığına dair talebimiz kabul edilmedi. O zaman da işçinin kazadaki kusuruna bakın.”

        ***

        İnşaatı yapan holding mahkemeye bir de şunu yazmış, ikna için:

        “Bizim o inşaatla ilişkimiz yok. Ne orada ikamet ediyoruz, ne malikiyiz, ne kiracısı.”

        Yanlış anlamadıysam, demek istiyor ki, “Kim ikamet ediyorsa, ona sorun, sorabilirseniz!”

        Beni endişelendiren bir de şu:

        Diyelim merdivendeki “16 Türk devleti”nden biri basamaklardan düşüp yaralandı…

        Muhtemelen mahkemeye şöyle bir yazı gidecek:

        “O Türk devleti artık mevcut olmadığından, iş kazasına maruz kalan zırhlı elemanla bir ilişkimiz yoktur!”

        ***

        Bu nevi vakaları, Soma patronuna takipsizlik kararıyla, 301 işçiyi ölüme yollayan şirkete yeni verilmiş santral ihalesiyle, kaçak yahut kapkaç araziler için çıkarılmakta olan aflarla, kasalarla, kutularla, sıfırlarla birlikte okuyun…

        Sonra kendinize şunu bir daha sorun:

        Kimilerinin hep cansız bedenine ulaşıldığı bir düzende…

        Şimdi tekmenin ne olduğunu anladık mı?

        Fikr-i takip arşivi:

        İfade özgürlüğünde ‘Hüdaverdi’ sorunu!

        Fransa “Charlie Hebdo” acısıyla “ifade ve basın özgürlüğü” konuşurken, “katil, katliam, cinayet, canilik” tespitinde değil, özgürlüklerin kullanımıyla ilgili şimdilik küçük ama ciddi bir sorun çıktı.

        Münasip düşerse, Türkçe mizahi çevirisiyle adı “Hüdaverdi” olan komedyen, oyuncu, eylemci, mizahçı Dieudonne (M’bala M’bala), büyük yürüyüş günü “Ben Charlie Coulibaly”yim diyerek gündeme geldi yine.

        “Ben Charlie’yim yürüyüşü”ne katılmış, sonra derginin adı Charlie ile marketi basan, öldüren, öldürülen siyahi gencin soyadını birleştirmişti.

        Kamerunlu baba ile Fransız anneden olma “siyahi” Dieudonne, önceleri Yahudi komedyen Eli Samoun’la yaptıkları “ırkçılık karşıtı” şovlarla tanındı. Yıllarca ırkçılığa karşı söylendi! İki kez, yabancı düşmanı Ulusal Cephe’ye karşı aday oldu.

        Derken ağır biçimde Yahudileri, İsrail’i çok ve sık sertleştirdi, iğneledi, mizaha da abanıp “saldırdı”. O sırada daha önce karşı çıktığı Ulusal Cephe’ye de yakınlaşmıştı.

        Dieudonne’nin lisanı “anti-semit”, “Yahudi düşmanı” bulundu. Hakkındaki onca dava bir yana, TV’de de, salonlarda da yasaklandı. Bu yönetim döneminde hem de.

        Sadece sansür değil, bildiğiniz kanuni yasak!

        Çünkü “anti-semitizme karşı kanun” mevcuttu ve neyin anti-semit olup olmadığı sık sık karıştırılıyordu!

        Yürüyüş günü söylediği “Ben Charlie Coulibaly’yim” sözü, kimince “katile övgü” diye kabul edildi.

        Kimine göre, hem Charlie idi, hem de itilmiş, öfkeli siyah, Müslüman genç!

        Kendisi bu çıkışını izah ederken mealen dedi ki:

        “Ben de Charlie gibi (sert, sınırsız) mizah yapıyorum. Ama devlet beni Coulibaly gibi görüyor! Charlie nasıl ifade özgürlüğü ise, benim hak ettiğim de o.”

        Kimine göre iki olay farklıydı. Kimine göre aynıydı ama fark sadece birinin “Yahudi karşıtı” olmasından ibaretti.

        Bana göre, ifade ve basın özgürlüğü denirken bu “hukuki cezalandırma” bir eşitsizlik; özgürlükte çifte standarda dair ciddi bir sorun.

        Ama unutmamalı; hayati bir sorun da şu:

        “Cezalandırma” kavramının şiddetli yüzüne bakarsak, “Charlie” 12 defa öldürüldü; Dieudonne hayatta!

        O da bunun farkında ki, öldürülenler için yürüyüşe canlı canlı katıldı!

        Diğer Yazılar