Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Can Dündar ve Erdem Gül “karar” beklerken birisi anlaşılan “infaz” yapmak istedi.

        Tabii “münferit”tir, belki “aklî dengesi şey”dir!

        Fakat kimin aklî dengesi yerinde ki!

        Haber” yüzünden ağır cezaya çarptırılmak istenen gazetecilere öngörüleni belki de yetersiz görmüş saldırgan. Çünkü “sen vatan hainisin” diye bağırmış. O cümleyi biliyoruz zaten!

        Mahkeme o kadar çok tekrar edilen “casusluk ve darbe suçlamaları”nı düşürüp “Devletin gizli bilgileri, güvenliği”nden 5 yıl 10 ay ve 5 yıl ceza verdi.

        Bize ve dünyanın birçok ülkesindeki değerlere göre, “haber”e!

        Tarih boyu onca gazetecisi katledilmiş, hali hazırda epeyce gazetecinin “terör”le suçlanıp hapiste olduğu bir ülkede, gazeteciliğin payına bir de bu düştü!

        Daima şuna inanırım:

        Kanunsuz saldırılar vurdukları, kimi kanunlu hükümler de tuttukları insanlardan ziyade, esas kendini özgür sananların özgürlük sınırlarını çizer, onları da rehin alır.

        ***

        Haber” yüzünden Dündar’a mermi sıkarken, oradaki “haberci”yi, yaralandıktan sonra dahi vakur davranan, silah karşısında ise cesaretle duran NTV muhabiri Yağız Şenkal’’ı vurmuş.

        Memlekette “hedefe koy, bir saldıran çıkar” usulü çok eskidir.

        Yenilerde Tahir Elçi de öyle öldürülmüştü.

        Hrant Dink’i de bileceksiniz.

        Yakınlarda, uzaklarda daha niceleri var.

        Tabii ki bu memlekette bir meydanda toplanan insanlar da paramparça, bir patlayıcıyla havaya uçan askerler, polisler de; bir bodruma sıkışmış olanlar da. Babalar, anneler, evlatlar ve ah minik çocuklar da!

        Hiçbir insanın acısı ötekinden üstün değildir; hiçbir cinayet ve felaket arasında ayrım yapamayız.

        Bir cehennemi paylaşıyoruz hep birlikte.

        Bu ülkeyi yönettiğini iddia edenler, acaba hiç düşünmeyecek mi:

        Biz bir yerlerde derin yanlış yapıyor muyuz, diye. Durmadan öfke, nefret, şiddet, kin, intikam lisanı kullanmanın vebali nedir, diye.

        Adliye’de, onca polis önünde saldırgana ilk müdahale eden “Cesur bir kadın ve bir erkek”in Dündar’ın eşi Dilek Dündar ile Milletvekili Muharrem Erkek olması, hakikaten güvenlik tedbirlerinin de tam olduğunu gösteriyor!

        Sonrasındaki kimi “medya ve sosyal medya düşünürü” ise insanlığımızın seviyesini gösteriyor.

        Oradan anlıyoruz ki, TIR’lar da insanî yardım taşıyormuş!

        O insanlıktan tüm Ortadoğu gibi, hepimiz payımızı alıyoruz.

        DOĞRU, BİZ BİR RÜYA GÖRÜYORUZ!

        Anormal bir şeyin vukuundan daha beteri, epeyce insanın bunu normal kabul etmesidir.

        Havuz müptelaları bir yana, başkaları da TV’ye MV’ye CV’ye çıkıp çıkıp “normal bir şey”i konuşurmuş gibi yapıyor.

        Yok artık fiilen şu sistem varmış…

        Yok bundan sonra şu sisteme geçilmiş!

        Gülüm, 1982 Referandumu da “Cumhurbaşkanlığı seçimi” ile birleştirilmiş bir naneydi. Hem Anayasa oylandı, hem (maalesef) halkın yüzde 91.37’si de “devlet başkanı”nı bi güzel Cumhurbaşkanı yaptı.

        Tabii ki darbe şartlarıydı, tabii ki tek aday-adam vardı ama yine de öyle otomatikman “başkanlık sistemi” filan olmadı.

        Tabii ki herkesin de bir aklı, vicdanı vardı sözde.

        (O gün yüzde 8.63 oranla Hayır diyebilmiş soldan sağa 1 milyon 626 bin 431 seçmeni, kaybettiklerimizi, hayatta olanları saygıyla, sevgiyle selamlarım. Türkiye’de yürekten ve yürekli demokrasinin “atom”u işte odur, o kadardı!)

        ***

        Şu anda da ne başkanlık sistemine geçilmiştir, ne yarı-başkanlık sistemine.

        Olan bitenin tek izahı Sürekli Genel Başkanlık Sistemi’dir.

        Elbette meşru cumhurbaşkanı, meşru hükümet var. O meşruiyet tartışılmaz.

        Meşruiyet” tamamdır da “Meşrutiyet” yoktur Hocam!

        İlan edersin, iddia edersin, yaptım oldu dersin, o başka.

        Ama yoktur.

        Ve bilumum “yorumcu-yorucu-korucu” şahsiyetin çıkıp bunlar varmış gibi konuşması, tartışması, millete akıl-fikir ihsan eylemesi dıngıllıktır!

        ***

        Önceki gün Ex-Başbakan’ın “veda-vefa-uefa” konuşmasını dikkatle ve hüzünle izledim.

        Onun belki de hissetmediği hüznü duymak elbette bize düşmez.

        Hissiyatını anladığımı da iddia edemem. Anlamam da mümkün değil zaten.

        Lakin genel başkanlık ve başbakanlığa Ağustos 2014’te 1. Olağanüstü Kongre’de adım atmış, Mayıs 2016’da 2. Olağanüstü Kongre’de de o adımı geri atacak.

        2 yıldan az süre. O sürede Allah için, birinde mızıkılmış, diğerinde yüzde 50’ye değmiş iki seçim kazanmış.

        Geri adım konuşmasını yaparken ilk adım konuşmasını hiç hatırladı mı acaba?

        Yani kongreden seçim meydanlarına ve her an millete onca söz ve vaatte bulunmuş, hala “seçmenin, milletin haysiyetini koruma” teminatı veren bir siyasetçi, “MYK’da uyumsuzluk” diye bırakır mı? Neden hala adını koyamaz?

        ***

        2 yıl önceki konuşmasına baktım.

        Gencinden yaşlısına, herkes adam gibi adamlar peşinde yürümek istiyor. Özgüvenini kaybetmiş, şahsiyetlerini kaybetmişlerin arkasında değil” demiş mesela.

        Demokrasi ancak ve ancak millet iradesini hayata geçirdiği zaman demokrasi niteliği taşır. Sandığı hafife alanlara söylüyorum. Sandığı namus gibi gören bu milletin emanetine sadık kalacağız. Sandığın, millet iradesinin hafife alınmasına izin vermeyeceğiz” demiş. Şu anda ise “sandık ve millet iradesi hafife alınmış” sanki!

        Cumhurbaşkanlığı makamıyla Başbakanlık makamı arasında ihtilaf çıkmasını bekleyenlere buradan bir kez daha cevap veriyorum. Millet iradesine dayanan makamlar arasında ihtilaf çıkmaz” demiş. Öyle ya şimdiki sorunların kökeninde İtilaf Devletleri var. Öyle ya sanki Meclis’ten atılmak istenenler millet iradesi değil, öyle ya sanki muhalefet partileri sandıktan değil, sandukadan.

        Seçilmiş Cumhurbaşkanı ve seçilmiş Başbakan el ele, omuz omuza yeni Türkiye’yi inşa edeceklerdir” demiş. Ellerin 21 ay sonra omuz hizasından el sallayacağını kim tahmin edebilir.

        Milletin ve tüyü bitmemiş yetimin hakkına uzanacak eli, kardeşimiz olsa koparırız” demiş. İki yıl geçmiş, tertemiz eski dört bakan bile el sallıyor olmalı.

        Milli iradenin üstünde hiçbir vesayetin olmadığı yeni Türkiye’yi inşa edeceğiz” demiş. Zaman yetmemiş.

        Açıkçası şunu da demiş: “Özellikle geçen sene öyle bir kampanya yürütüldü ki, sanki Türkiye’de otoriterleşme var.” Sanki!

        Hepsi bir yana, o gün hayatta olan onca “şehit”e, o gün hayatta olan onca “sivil”e, o gün ayakta olan onca kente, mahalleye, şimdi ağıt yakan hanelere, hepimize seslenerek demiş ki:

        Bu yeni dönemin bir önemli alanı Çözüm Süreci. Devlet bir grup vatandaşını dışlamışsa, ötekileştirmişse, o andan itibaren o devletin ayağa kalkması, o milletin refah ve sükun bulması mümkün değil. Sayın Cumhurbaşkanımızın Yeni Türkiye’ye ve yeni hükümetimize bir emanet gibi tevdi ettiği Çözüm Sürecini başarıya ulaştırana kadar bize uyku haramdır.”

        İki yıldan az süre sonra, yüzlerce insan paramparça, delik deşik ebedi uykularına tevdi edilmişken; ben bundan “uykunun bize haram olduğu” sonucunu çıkardım.

        ***

        Fakat Davutoğlu’nun 2 yıl önceki o konuşmanın daha girişinde söylediği cümle bize her şeyi anlatıyor, hatırlatıyor zaten:

        Doğru, biz bir rüya görüyoruz!”

        Kâbus demese bile!

        Diğer Yazılar