Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya 100 yıldan beri ayakta kalan tek devrim!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        “Nazırları arasında, Sadrazam Sait Paşa’dan başka kırkını aşmış pek az adam bulunmasına rağmen devlet ihtiyardı. Arkasında kendi altı asırlık mazisi değil, bütün ihtiyar şark vardı.”

        Mustafa Kemal; Anadolu’ya gitmek üzere Bandırma Vapuruna bindiğinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Sahnenin Dışındakiler” romanında tanımladığı bu “ihtiyar devletin” bir paşasıydı.

        Gelecekle ilgili “İsabetli tek bir hareket veya fikrin” dolaşımda olmadığı bir zamandı.

        Yine Tanpınar’ın deyimiyle o ihtiyar devlet “iki yüz yıldan beri, alalım düşmandan eski yerleri… diyerek yaşamış” ve “mütemadiyen yeni yerler kaybederek” Cihan Harbine girmiş, şimdi o harbin ağır yenilgisinin enkazı üstünde can çekişiyordu. Mustafa Kemal’in kafasında, çare arayan birçok asker/münevverin tersine, somut bir fikir vardı; “Anadolu’da Müslüman milliyetçiliğine dayalı Fransız ihtilalini” yapmak gerekiyordu ama bu fikrini henüz hiçbir mahfilde dillendirmemiş sadece kafasının içinde dolaştırmıştı.

        *

        Şimdiye kadar biz “Atatürk”ün hayatını anlatan birçok biyografi okuduk. Öyle ki okuduğumuz bütün kitaplar birbirine benzediği, hepsi birbirinin kopyası olduğu için, bir süre sonra bu mevzuda çıkan yeni bir kitaba ilgi gösteremez olduk. Nasılsa öncekilere benzer yeni bir kitap çıkıyordu! Ya ağır hamaset dolu ya da fincancı katırlarını ürkütürüm diye ihtiyatlı yaklaşılmıştı meseleye. Bu yüzden bu alanda bilinenin tekrarından başka bir şey ihtiva etmeyen kitaplar üst üste yığıldıkça yığıldı.

        Günümüzün yaşayan en önemli tarihçilerden birisi olan, Amerika’da Princeton Üniversitesinde “son dönem Osmanlı entelektüel ve siyasi tarihi” üzerine ders veren Profesör Şükrü Hanioğlu’nun çok uzun yıllardan beri bir “Atatürk” kitabı üzerine çalıştığını biliyordum. Daha önce bu konuda İngilizce bir kitap yazdığını, o kitabı Türkçeye çevirmeye çalıştığını da…

        Hiçbir yazar, başka bir dilde yazılmış kendi kitabını anadiline veya başka bir dile çeviremez. Çeviri başka bir iştir, çevirmenlik de başka bir meslek… Bundan olsa gerek kitabını Türkçeye çevirmeye kalkışınca hocam, aslında yeni bir kitap yazmakta olduğunun farkına varır. Ara ara haberleşiyorduk, her sorduğumda “yakında” diyordu, o “yakındalar” uzadı, uzadı nihayet bu sene bitti. Kısa bir süre önce kitabın matbaadan çıktığını haber verdi, yayınevi verdiğim adrese gönderecekti. Kitap elime geçtiğinde, elimde tuttuğum bin sayfalık kitabın daha önce yazılmış onlarca Atatürk kitabından farklı olduğu her halinden belliydi.

        Şükrü Hanioğlu Atatürk’ün biyografisini yazmamış, onun yazdığı Atatürk’ün “entelektüel biyografisi”dir ki bu alanda Türkçe yazılmış sanırım başka bir kitap yoktur. Yani Hanioğlu, Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla boğuşan köhne vapurun Anadolu’ya taşıdığı paşanın katlandığı eziyetlerle, yolculuk boyunca yedikleri içtikleriyle, gördüğü yerlerle ilgili değil, onun ilgilendiği o yolcunun kafasının içinden geçenlerdir. Biz o vapurdaki “seyir defterini” başka bir araştırmacıdan okuruz ama o sırada onun kafasında “Anadolu’da Fransız İhtilalini hayata geçirmek isteyen, benzer bir kurucu meclis ve konvansiyon toplamayı arzulayan”, “motor gücünü Müslüman milliyetçiliğinin oluşturduğu bir hareketin lideri olmak” fikrini dolaştırdığını ancak Hanioğlu’nun kitabını okuyunca anlayabiliyoruz.

        Şükrü Hanioğlu’nun Bağlam Yayınları’ndan yeni çıkan “Atatürk, Entelektüel Biyografisi” adlı hacimli kitabı böyle bir kitaptır işte.

        *

        Kitap kalın, oku oku bitmez. Ama benim şu ana kadar okuduklarımdan anladığım Mustafa Kemal’in “Tek şef tarafından idare edilmek şartıyla İttihatçı”, “İstiklal harbi koşullarında İslamcı gibi konuşan bir Garpçı”, Bolşeviklerle sıcak ilişkiler kuran “Müslüman milli bir komünist”, TBMM açılırken “Müslüman milliyetçisi tezleri savunan bir Türkçü”, Cumhuriyet’i kurma yolunda “monarşinin devamını sağlamaya çalışan bir cumhuriyetçi”, Cumhuriyetten hemen sonra “ulusal egemenliği yücelten bir seçkinci”, topluma yeni bir genesis arayan milliyetçi bir tarihçi, yeni toplum inşasında “demokratik yöntemler kullanan bir dönüştürücü lider” gibi davranan bir şahsiyet olduğudur. Elde kılıç yaptığı devrime karşı gelenleri kılıçtan geçiren öfkeli bir devrimci gibi davranmaz, kendi asrında yapılan devrimlerin içinde en az kanlısını yapmış bir lider olarak tarihe geçer. Sadece bize biat edenler, bizimle yaşamayı seçmiş, bizimle aynı fikirde olanlar kalacak, geride kalan herkes ya çalışma kamplarına ya da darağacına gidecek diye haykıran radikal bir zorbadan çok, her şeye, din ve soy sop dahil her şeye “bilimci” kafasıyla yaklaşan entelektüel bir lider...

        *

        29 Ekim 1923’te ilan ettiği Cumhuriyet bugün 100 yaşına girdi. Günün anlamına binaen, ben bu yazıda Hanioğlu’nun kitabında Cumhuriyetin ilanı süreciyle ilgili verdiği bilgileri özetleyerek paylaşmak istiyorum sizinle.

        Atatürk, “Türkçü, Garpçı ve bilimci” fikirleriyle yeni bir millet inşa etmek istiyordu. Bu hedefe ulaşmanın yolu Cumhuriyet idaresini tesis etmekten geçer fikrini uzun bir süreden beri kafasında dolaştırıyordu. Düşündüğü, Fransa’da ortaya çıkmış olan Üçüncü Cumhuriyet’in birebir kopyası bir modeldir. Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet dönemi 1870’ten başlar, İkinci Cihan Harbi’ne kadar devam eder. Fransız Devrimi’nin tekrarı bir süreçtir ve laik normlar bu dönemde Fransa’ya yerleşmiştir. Fakat Atatürk sadece Cumhuriyet idaresini kurmak istemiyor, bir Cumhuriyetçi “ruh”, “ideoloji”, “kült” de geliştirmek istiyordu. Vatandaşlar, yani Türkler, Fransa’daki gibi “sivil ve seküler din” haline gelecek Cumhuriyet’in “Cumhuriyetçi” vatandaşları olacaklardı.

        Böyle bir idare şeklinde hilafetin yeri yoktu.

        Bu bir “inkılaptı” ve kararlı bir inkılapçı için, akan suya ket vurulmazdı.

        Kuracağı Cumhuriyet ilk başta, liderin tek siyasi karar verici olduğu, temsilin atamayla yapıldığı, muhalefetsiz, inkılap kanunlarının uygulandığı bir yapı olacaktı. Bilim merkezde olacak, din siyasal alanın dışına çıkartılacak, hukuk, süreç tamamlanana kadar “ayrıntı” kabul edilecekti.

        Atatürk’ün kafasında, sürecin büyük resmi böylesine berrak ve netti. Onun kuracağı Cumhuriyete giden süreçte; toplumsal sözleşme, anayasa, kuvvetler ayrılığı, fren ve denge, kurumların belirlenmiş yetkileri, ülkenin nasıl yönetileceğiyle ilgili olarak; vakti zamanında Amerika’da birbirinin kafasını gözünü yararak yapılan uzun tartışmalar yapılmayacak; bu meselelerin tümü daha sonranın işleri, şimdi, elzem olan behemahal yeni bir Cumhuriyet idaresine geçmek, “büyük resmi” görüp ona göre davranmaktır.

        Ona göre Cumhuriyet, “fazilet-i ahlakiyeye müstenid bir idare”dir. Özetle Cumhuriyet fazilettir.

        Entelektüel muhayyilesinde çok uzun bir süreden beri dolaştırmış ve bir şekle girmiş olan bu fikirler o sırada çok “tehlikeli” fikirlerdi. Cumhuriyet kelimesi “öcü”ydü, kimin ağzından çıkarsa ona biber sürmeye amade bir çoğunluk vardı memlekette. Bu yüzden 1921 Anayasasının kabulünden sonra Mustafa Kemal, amacının Cumhuriyete varmak olduğunu hemen açıklamaz, hep dolaylı yollardan sözü oraya getirmeye çalışır, kendisine yakın gazetecilere her vesileyle sık sık, “Cumhuriyet mi kuracaksınız?” sorusunu sordurur, arkasından da bu tür “endişelere” mahal olmadığı cevabını verip muarızlarını rahatlatırdı. Yine bu dönemde ağzından en sık duyulan kelimelerden birisi de “Yeni Türkiye”dir ama bu kavramın da altını doldurmaz, bu “Yeni Türkiye”nin nasıl bir idare şekliyle yönetileceğini yekten “ağzından kaçırmaz” ama sık sık “saray” karşıtı bir dil kurmayı da ihmal etmez, ufak ufak zemin yoklamaya devam eder.

        “Monarşiye” son vermiş olan “Yeni Türkiye” elbet bu yönetim sisteminde kalmayacak; “Yeni Türkiye”nin lideri, bir ulus-devlet inşa ederek Fransa’daki Üçüncü Cumhuriyet’in bir “ikizini” Anadolu’da mutlaka kuracaktır.

        Saltanatı kaldırmak bu yolda atılan ilk adımdır.

        Aslında 1921 Anayasasında yer alan “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” hükmü cumhuriyet adı telaffuz edilmeden, saltanatın olmadığı bir idarenin tarifiydi. Ancak Mustafa Kemal’e muhalif grup bunu böyle okumaz, saltanatın “sembolik” bile olsa sürdürüleceğini düşünürler. Eylem günü bunlarla çatışma demektir. Hem saltanat kaldırılsa bile “hilafet” diye bir kurum daha var. İkisini aynı anda kaldırmak da çok riskli, o halde önce birisini sonra diğerini… Saltanat kaldırılırken Meclis’te yapılan görüşmeler sırasında Mustafa Kemal konuya “Türkçü-İslamcı” analizlerle yaklaşır, seküler cumhuriyetçi eğilimlerini sergilemekten ustalıkla kaçınır.

        Bu arada kendisine yakın gazeteler de “saltanat” aleyhinde yayınlar yapmaya başlar. Bu gazetelerde çıkan yazılarda, Türkçü bir yaklaşımla “saraya” asırlardan beri “Anadolulu Türk kızının” girmediği, bu kurumun milletle olan “kan” ve “süt” bağının kesildiği, “her şey” olan ama “Türk olmayan” bu kurum ile Bab-ı Ali’nin “hödük Türk”, “etrak-ı bî-idrak” benzeri hakaretleri her gün tekrarladığını, öte yandan Anadolulu din adamlarının alınan kararı “dinimizin emrettiği” istikamette bir karar olduğunu yazmaya başlarlar.

        Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılmasını, dini deliller ve Türkçü tarih okumaları aracılıyla meşrulaştırır. Büyük bir taktisyen olan Mustafa Kemal “kolektif hafızada olumsuz referanslara sahip cumhuriyet” kelimesini bilerek ağzına almaz, yeni rejimi “saltanat-ı milliye” diye adlandırır ama Cumhuriyet’in yola çıkmış gelmekte olduğunu bilmeyen yoktur.

        1919’da Samsun giderken hedef olarak belirlediği cumhuriyetin adını koymak için; savaşı kazanmak, Ankara’da meclis açmak, yeni bir Anayasa kabul etmek, örgütüyle arkasında duracak bir siyasi parti kurmak, yeni devletin sınırlarını tayin eden bir barış anlaşmasını imzalamak ve ülkedeki yabancı güçlerin tamamıyla çekilmesini beklemek gerektiğini biliyordu.

        1923 yılının temmuz ayında gerekli kanun değişiklikleri metinlerini uzmanlara hazırlatarak, tıpkı saltanatın kaldırılması gibi, şartların olgunlaşmasını beklemeye başlar. Aynı yılın sonbaharında “mevcut anayasa tartışmasını kullanarak rejim değişikliğini” gündeme taşır.

        Komisyon anayasa değişikliği üzerine çalışırken Mustafa Kemal yabancı bir gazeteciye bir mülakat verir. Teşkilat-ı Esasiye Kanun’nun ilk iki maddesi adını koymasa da “Cumhuriyet”i tanımladığını, bu gözle bakıldığında Türkiye’deki rejimin Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetlerden farklı olmadığını söyler gazeteciye. Gelecekte de “reis-i cumhurdan, res-i hükümetten ve mesul vekillerden mürekkep bir hükümet” düşündüğünü söyler.

        O zamana kadar cumhuriyetle ilgili olarak son derce “ihtiyatlı” bir dil kullanan Mustafa Kemal, Falih Rıfkı’nın deyimiyle bu sözleri “ağzından kaçırır”. Sözlerle ilgili dolaylı bir tekzip yapılsa da hemen ertesi gün toplanan Halk Fırkası Büyük Divanı, devleti “Türk Cumhuriyeti” şekline dönüştürecek bir anayasa değişikliği yapılması kararını alır ve bu bilgi basına sızar.

        Kıyamet kopar, çarşı tam anlamıyla karışır. Muhafazakarlar ayağa kalkar; ey millet görün, el çabukluğuyla devletin şeklini değiştiriyorlar diye yaygarayı basarlar. İttihatçıları ise “Mustafa Kemal diktatör mevkii’ne” çıkıyor diye feryat eder. Cumhuriyet fikrine karşı İstanbul basınından İstiklal Harbinin önde gelen komutanlarına uzanan bir yelpaze “Teşkilat-ı Esasiyeciler” diye bir blok oluştururlar. Bunlar “1921 yılında oluşturulan sistemin sürdürülmesini talep” ederler. Sanki ilk mecliste yapılan tartışmalarda roller değişmiş, Mustafa Kemal kendi cumhurbaşkanlığı altında parlamentarizme yakın bir fikri savunurken, ona muhalif olanlar ise meclisin mutlak üstünlüğüne dayalı bir sistemin savunuculuğunu yaparlar.

        Tartışmalar büyüyünce, Mustafa Kemal bir an önce harekete geçmek gerektiğine karar verir. Daha fazla şartların olgunlaşmasını bekleyemez.

        28 Ekim’de, akşam yemeğinde sofrada bulunan yakın çalışma arkadaşlarından oluşan küçük bir gruba, “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” der ve Yeni Cumhuriyet rejiminde müstakbel başvekil İsmet Paşa ile birlikte dört maddelik bir anayasa değişikliği teklifi hazırlar.

        O sırada bir hükümet krizi vardır. Ertesi gün hiçbir şeyden haberi olmadan toplanan Halk Fırkası grubu krize bir çare ararken, Mustafa Kemal “icab eden zevatı” meclisteki odasına çağırır ve hazırladıkları anayasa değişikliği teklifini gösterir.

        Fırka yeniden toplandığında Mustafa Kemal önerisini okutturur. Teklif ivedilikle genel kurula gönderilir. Teşkilat-ı Esasi encümeni azaları da toplanarak kanun layihasını hazırlar. Birkaç saat içinde gündeme alınan takrir, coşkulu nutuklar sonrasında oy birliğiyle kabul edilir. Arkasından yapılan işari oylamayla, oturuma katılan 158 mebusun yine oy birliğiyle Mustafa Kemal cumhurbaşkanlığına seçilir.

        Mustafa Kemal’in “beklenmedik bir zamanlamayla” Cumhuriyeti ilan ettiğini belirten Şükrü Hanioğlo şöyle devam eder:

        “Muhalefet hazırlıksız yakalanmış, fırka grubunda müzakerelerin uzaması önlenmiş; karar, karşı çıkacakları açık olan liderlerin Ankara’da bulunmadığı, 286 üyeli mecliste 158 kişinin katıldığı bir oturumda alınmıştır.”

        29 Ekim gecesi top sesleri arasında Cumhuriyet resmen ilan edilir. Mustafa Kemal’in “Müdafa’a-i Hukuk hareketi liderliğine” başladığı günden o güne kurduğu hayali “devasa engelleri aşarak” nihayet gerçek olur.

        Bu konuyu Şükrü Hoca şöyle bağlar:

        “Ancak amacını gerçekleştirmek için devletin dininin ‘din-i İslam’ olduğunu hükme bağlayan anayasa değişikliğini yürürlüğe koyması, saltanattan ayırdığı hilafeti muhafaza etme zorunda kalması, (Fransa) Üçüncü Cumhuriyet benzeri bir yapı oluşturma alanında katetmesi gereken uzun bir yol olduğunu göstermektedir. 29 Ekim günü mecliste, bazı hocaların ‘hulefa-yı raşidin hazeratından beri ilk meşru devlet budur avazesi’ yankılanmıştır. Bu tespit, bir İslami ideale atıf yapmaktadır; ama Mustafa Kemal’in düşlediği ‘laik cumhuriyet’ farklı meşruiyet zemininde yükselecektir.”

        *

        Yirminci Yüzyıl, bir devrimler yüzyılıydı. Bolşevik devriminden İtalya, İspanya, Portekiz, Almanya’daki faşist devrimlere, Çin’deki kültür devriminden Küba’daki komünist devrime, Mısır, İran devrimlerinden, Arap ülkelerindeki Baasçı devrimlere kadar onlarca devrim yaşandı bu yüzyılda ama hiçbiri 100 yıl yaşamadı; Mustafa Kemal’in önderliğini yaptığı, daha sonra kendi adıyla anılacak olan “Kemalist Devrimi” hariçEvet, diğer devrimlerle karşılaştırıldığında en az kardeş kanı dökülerek yapılmış Kemalist devrim hariç... Başarılı olmuş tek devrim...