Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Ben öldükten sonra kitaplarım ne olacak?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Evinde bir hayli kitap biriktirmiş, onlara gözü gibi bakmış, kapaklı dolaplar, kapaksız raflar yaptırmış, bulduğu her fırsatta tozlarını almış, kapaklarını şefkatle okşamış, günde bir kez önüne geçip onlarla konuşmuş, eline geçen her kitaba bakıp bakıp onu edindiği günü hatırlamış, bir dostundan geldiyse eğer geldiği güne gitmiş, dostu yaşıyorsa aniden onu hatırlayıp biran önce ona gitme isteği içinde uyanmış, ölmüşse birlikte geçirdikleri zamanı düşünerek hafifçe gözleri buğulanmış, eve gelen her misafirine onları göstermiş, gösterirken hafifçe gururlanmış, şu kitabı buradan, bunu şuradan aldım diyerek onları edindiği günün anısını anlatmış, evliyse eğer karısından, sebep oldukları toz, ortalıkta yarattıkları dağınıklıktan dolayı sık sık azar işitmiş, oğlan ya da kız büyüdüyse ve ev küçükse çocukların yerlerine göz diktiği, bu büyük çaresizlik karşısında kendini yiyip bitirmiş, kitaplarını da ailenin fertleri yerine koymuş, ne serden ne yardan vazgeçebilmiş iflah olmaz kitap tutkunlarının kendi kendilerine en çok sordukları sorulardan birisi, “Ben öldükten sonra kitaplarım ne olacak?” sorusudur.

        Çoğu bu soruya bir cevap bulamadan ölür.

        Sahibini beyaz bir kefene sarılı halde tahtadan bir tabutun içinde toprağa gömerler; kitapları da karton kutulara, naylon torbalara doldurup bir sahafın yolunu tutarlar.

        Çoğu aile yapar bunu.

        *

        Bir yürüyüş sırasında bu yazının başlığı aklıma düştüğünde, dostum Metin Celal’in bir iki sene önce aynı başlıkla bir yazı yazdığını bilmiyordum. Yazıya oturduktan sonra sağa sola bakarken çıktı karşıma. Aynı dönemde mektep okumuşuz Metin Celal’le. Beyazıt’taki Çınaraltı Kahvesi’nden ve Sahaflar Çarşısı’ndan bahsediyor yazısında Metin. Ne güzel kahveydi o kahve! Üniversiteden çıkıp orada otur, ders kırıp kaçar yine orada oturur, birisiyle buluşacaksak orada buluşurduk. Sahaflar Çarşısı’na giden yol kahvenin içinde geçerdi. Kenarda, koca çınarın duldasına sığınmış “nöbetçi şair” Hüseyin Avni Dede dururdu uzun saçları, parmaklarında koca koca yüzükleriyle… Şairler, yazarlar da gelirdi oraya, uzaktan onlara bakardık. Aramızdaki şair adaylarının onların masalarına gitmeleri ne büyük cesaretti! Bütün bunları Metin Celal’in yazısı hatırlattı bana ve en önemlisi bilmediğim bir şeyi öğrendim o yazıdan.

        Biz daha sonra tanıştık Metin Celal’le ama o ve arkadaşları mektepteyken en azından benim bilmediğim bir şeyi biliyorlardı. O zamanlar şimdi olduğu gibi herkes her şeyden anında haberdar olmadığından, bir yazarın, bir şairin öldüğünü Sahaflar Çarşısı’nın ortasına yığılan kitaplardan öğreniliyormuş meğer. Hemen hemen hepimizin yolu günde bir iki kez o çarşıya düşerdi, çarşının meydanında yeni bir kitap yığını varsa eğer, şehirde bir şair, bir yazar ölmüş demekti!

        Ne tuhaf bir ölüm haberi değil mi?

        *

        Bunun böyle olduğunu bilenlerden birisidir Cahit Sıtkı Tarancı, ölümünden sonra olabileceklerle ilgili bir yığın soru sorar “Tereke” şiirinde. O şiirin bir bölümü şöyledir:

        “Ben ölürsem ölürüm, bir şey değil;

        Ne olursa garip eşyama olur.

        Bir hayır sahibi çıkar mı dersin,

        Mektuplarımı iade edecek?

        Ya kitaplarım ya şiir defterim?

        Yanarım bakkal eline düşerse.”

        Ölmeden önce; öldükten sonra “kitaplarının bakkal eline düşmesi” tehlikesini hissetmek ne acı şey! Kitaplarının başına böyle bir bela gelmiş çok yazar vardır. Bunlardan birisi Mehmed Uzun’un “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” romanına kahraman yaptığı; yurt dışına kaçan çoğunluğu Kürt Teali Cemiyeti’nin üyelerinden oluşan Kürt münevverlerinin Lübnan’da kurduğu Hoybûn teşkilatının üyelerinden; Cemil Meriç’in Antakya Sultanisinde hocası Vanlı Memduh Selim Bey’in kitaplarıdır. Sürgündür Memduh Selim Bey, Şam’da yaşıyor, İstanbul’da geçen hayatını özlüyor, bir de memleketi Van’ı, bir Çerkez kızına kaptırmış kalbini, ama kalbinin yarısı da isyan ateşiyle dolu Ağrı’da, isyan mı aşk mı ikileminde isyandan yana tercih yapar, Ağrı’dan döndükten sonra aşkı uçup gitmiş, o ise yorgundur, mecalsiz, sürgünde, yalnızlık içinde kitaplarıyla yaşarken ölüm gelip bulur onu duvarları yalnızlıkla sıvanmış yoksul evinde. Ölümünden hemen sonra evine girerler, kitaplarını çuvallara doldurup bakkallara dağıtırlar. Yıllar yılı gözü gibi baktığı o kitapların sayfaları bakkalların elinde çekirdek külahı, kese kâğıdı olur kısa süre zarfında.

        Cahit Sıtkı Tarancı’nın yukarıya aldığım şiiri şöyle biter:

        “Kim bilir bu döşekte kimler yatar,

        Hangi rüyaları örter bu yorgan!

        El sırtında böyle zarif duramaz,

        Ismarlamadır elbisem, pardösüm;

        Her ayağa göre değil kunduram;

        Bu kravat ben bağladıkça güzeldir;

        Bu şapkayı kimse böyle giyemez.”

        Üniversite uzun boylu, yakışıklı, filinta gibi bir arkadaşım vardı. Onun da parası azdı her talebe gibi ama “müsteşar gibi” giyinirdi. Bu kıyafetleri nereden bulduğunu sordum bir gün, “Horhor’dan hacı” dedi, “Önemli şahsiyetler ölünce kıyafetlerini orada satıyorlar ufak paralara” dedi gülerek, “ben de alıp giyiyorum, zengin gösteriyor”.

        Demek ki Cahit Sıtkı’nın korkusu boşuna değilmiş.

        *

        Çoğu kitap tutkunu, kiralık ev ararken kitaplarını düşünerek ev bakar.

        Tanıdıklarım içinde kendine değil de kitaplarına ev arayan yazarlardan birisi de Vedat Günyol’du. Çok uzun yıllar boyunca “Yeni Ufuklar” dergisini çıkarmış, 1976’da dergi kapandığında, tam 43 sene boyunca çıkan derginin arşivinde birikmiş kitapların tümü evindeki kitapların üstüne gelmiş, çuvallara doldurup sahaflara vermeye içi elvermediğinden hepsine evinde yer vermişti. O günden itibaren o kitaplara “edinilmiş bir evlat” sorumluluğuyla bakmış, kendi evi olmadığı için de kiralık ev ararken en az dört odası olan geniş ev aramış yıllar yılı. 1980’lerin başında onunla tanıştığımda, o sırada Almanya’da bulunan öğrencisi Metin Gümrükçü, Bostancı Kasaplar Çarşısı’ndaki geniş evini ona ve kitaplarına tahsis etmiş, o da orada binlerce kitap arasında dostlarıyla beraber mutlu, neşeli bir hayat sürüyordu.

        İlk eve girdiğimde, “bir eve bu kadar kitap sığar mı demiş,” başka da bir şey dememiştim. Daha sonra ilk fırsatta sorduğum ilk soru, “Bu kitapların hepsini okudunuz mu hocam?” olmuş, o da bana, bu soruyu Anatole France’a sorduklarında, yazarın, ‘Onda birini bile okumamışımdır. Siz Fransız porselenlerinizi her gün kullanıyor musunuz?’ cevabını verdiğini anlatıp kahkahalarla gülmüştü.

        Birçok kitapsever için evindeki kitaplar, en kıymetli “porselenden” daha kıymetlidir. Sahiden de çok kıymetli kitaplar vardır o kitaplar arasında, mezata çıkartsalar, değme Çin vazosundan daha büyük bir paraya satılacak kitaplar ama herkes bilmez… Fransız romancı, senarist, oyuncu, yönetmen Jean-Claude Carriére ile hınzır alim, romancı Umberto Eco’yla yapılan ve “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” adıyla kitaplaştırılan (Can Yayınları) uzun mülakatta Carriére anlatır. Evinde kırk bin kitabı varmış yazarın. Bir gün hırsızlar girmiş evine. Ev ağzına kadar kitap dolu. Hepsi çok kıymetli kitaplar. Kitapları dışında bulabildikleri ne varsa çuvallara doldurmuşlar, televizyon, radyo, satılabilecek ne varsa… Bir tek kitaplara dokunmamışlar. Yaptıkları hırsızlık on bin avroluk bir hırsızlıkmış, oysa bir tek kitap alsalardı o miktarda beş ya da on katını ceplerine koyarlardı. “Demek ki cahillik bizi koruyor” diyor Carriére.

        Vedat Günyol’un kitaplarından bahsediyorduk. Dağınıktı onun kitapları. Ne nerede katiyen bilmiyordu. Dağınıklığın sebebini sorduğumda, “aradığım kitabı bulmanın sevincini yaşamak için” demişti; Sabahattin Eyüboğlu’ndan duymuştu bu lafı. Ölümüne yakın kitaplarını Maltepe Üniversitesi’ne bağışladı, üniversite de kitaplarını koyduğu kütüphanede ona bir çalışma mekânı verdi, son yıllarında sabahtan oraya gidiyor, akşam Bostancı’daki evine geliyordu.

        Salah Birsel’le komşuydular. Öğrendiğime göre Salah Bey de ölmeden önce kitaplarını mezun olduğu liseye, Galatasaray’a bağışlamış, lisenin kütüphanesinde kitaplarının bulunduğu kısım adını taşıyormuş şu anda.

        *

        Mehmed Uzun’un üç dilden (Kürtçe, Türkçe, İsveççe), oluşan şahane bir kütüphanesi vardı. Evinin bir odasını ayırmıştı. Odanın dört duvarı kitaplarla kaplıydı, dillerine göre ayırmıştı raflarını. Daha önce de yazdım bunu. Kanser olduğunu öğrendiği gün, suçluyu da buldu; kitaplar! Yaşama isteği kitap sevgisinin önüne geçti aniden. Oysa onu tanıyanlar bilirdi, Mehmed Uzun her şeyden vazgeçer, kitaplarından vazgeçmezdi, çocukları kadar seviyordu onları. Ama işte başına gelen her felakete başka yerden bir mesul arar ya insan, o da öyle; eğer kitaplara bu kadar gönül düşürmeseydi, bu kadar ağır meselelerin altına onu kitaplar sokmasaydı eğer belki de bu illet gelip onu bu kadar erken bir zamanda bulmayacaktı. İntikamını kitaplardan almaya kalkıştı. Doktorlar kanser olduğunu söyler söylemez bütün kitaplarını evden kovdu. Onları kutulara doldurtup evden çıkarttırdı. Odayı beyaza boyayıp boş bıraktı. Ölünceye kadar daha önce kütüphane olan o oda öyle boş, öyle beyaz, öyle sonsuzluk çağrıştıran şekliyle kaldı.

        Ölümüne yakın, kitaplarla tekrar barıştı. O kitapların tümü Diyarbekir’e geldi. Büyükşehir Belediyesi Kütüphanesi’nde “Mehmed Uzun” adını taşıyan bir bölümde duruyor şimdi hepsi…

        *

        “Ben öldükten sonra kitaplarım ne olacak?” sorusunu soran yazarlardan birisi de Kemal Tahir’di. Bunu Aziz Nesin’e söylemiş. Çok yakın iki dosttular. Bir zamanlar devlete göre, her felaketin sorumlusu komünistlerdi. Ne zaman bir büyük olay olsa, bir tedhiş eylemi, bir kalkışma olsa devlet önce Aziz Nesin ve Kemal Tahir’in yakasına yapışırdı. (İkisi de komünistliğe en uzak iki yazardı.) Kemal Tahir’in ölümüne yakın yıllarda aynı semtte oturmuşlar. 12 Mart’ta askerler gelip Aziz Nesin’i almış, askeri bir cipe bindirmişler, cip hareket eder etmez Aziz Nesin ön koltukta oturan araç komutanına yolu tarif etmeye başlamış. Teğmen, “nereden biliyorsun gideceğimiz yeri?” diye sorunca, “Bilmez miyim, beni aldığınıza göre mutlaka Kemal Tahir’i de alacaksınız,” deyip Tahir’in evinin yolunu göstermiş, gerçekten de o sırada Kemal Tahir’i almaya gidiyorlarmış askerler.

        Kemal Tahir’in evi bir evden çok bir buluşma mekanıymış son yıllarında. Her daim dolu, gidenlerin yerini anında gelenler dolduruyor. Ev tıka basa kitap dolu. Bir gün dostu Aziz Nesin’e sormuş Kemal Tahir, “Arkadaş, bu kitapları ne yapacağız yahu?” “Ben bir vakıf kuracağım Kemal,” demiş Aziz Nesin. “Çok iyi olur, hele sen kur, ben de bir vakıf kurayım en iyisi” demiş. Aziz Nesin’e “Bir gün zengin kitaplığındaki kitaplarını inceleyenler, o kitapların satırları arasına yazılmış çok özgün düşünceler, eleştirilerle birlikte çok ağır sövgüler de bulacaklar,” dedi dostunun ölümü üzerine mezarı başında yaptığı konuşmada.

        *

        “Kitaplar sadece okumak için değil, birlikte yaşamak için de alınır,” diyen yirminci asrın en büyük entelektüellerinden birisi olan Walter Benjamin, Nazilerden ülkesi Almanya’dan kaçıp Paris’e giderken, geride bıraktıklarından en çok kütüphanesine yanar. Sürgüne giden bir insan, memleketinden giderken yanına ne alır? Bu mevzuda yazmış hemen hemen herkes, sürgünün yanına sadece kendisini bir de memleketteki su ile ekmeğin tadını aldığını yazarlar. Benjamin yanına alabildiği kadar kitap alır. Aldıklarını da Paris’te bırakır. Fransa’dan İspanya sınırını geçmek için Pirene dağlarını tırmanırken çantasında sadece tek bir kitap vardı; o da başyapıtı “Pasajlar”ın taslağıydı.

        Derler ki Benjamin’in kütüphanesi ilk baskı kitaplar, simge kitaplar, çocuk kitapları ve delilerin yazdığı kitaplardan oluşuyordu. Bu eserler onun gözünde büyük anlam taşıyan, kıymetli, büyük eserlerdi.

        Benjamin, memleketindeyken, 1931 yılında, kutuların içinde bekleyen yaklaşık 2 bin kitabı, kutulardan çıkarıp kitaplığın raflarına dizerken aklına gelenleri, hissiyatını, kitap toplamayla ilgili deneyimini, zaman zaman çocukluğuna ve gençliğine de giderek bir denemenin konusu yapar. Daha sonra bizde, “Kitaplığımı Yerleştirirken: Kitap Koleksiyonculuğuna Dair Bir Konuşma” adıyla kitap olarak da yayınlanan bu denemesinde Benjamin, “Geleneksel kitap edinme yollarından bir koleksiyoncu için en münasip olanı, iade etmemek şartıyla kitap ödünç almaktır,” diyerek başkasına ait bir kitabı “mülkiyetine geçirmeyi” meşrulaştırır. Ona göre, hangi yolla olursa olsun kitap edinmek ve onu koleksiyonuna katmak hem kişinin ruhunu özgürleştirir hem de kitabın özgürlüğünün keşfine sebep olur.

        *

        Çoğu kitap sever ister şair, ister romancı, ister alim, ister sadece kitap aşığı sıradan birisi olsun ölümü düşündüğünde aklına ilk gelen soru, “Ben öldükten sonra kitaplarım ne olacak?” sorusudur.

        Bazıları da hayatının “hülasa”sını kelebek ömrü kadar ömür yaşamış şair Rüştü Onur gibi yapar. Rüştü Onur, yazının başında verdiğim ölen birisinden kalan şeyini, yani “terekesini” ortaya döken Cahit Sıtkı Tarancı’ya “Hülasa” şiirini adar. Şöyledir şiir:

        “Ben ölsem be anacığım

        Nem var ki sana kalacak.

        Ceketimi kasap alacak,

        Pardösümü bakkal

        Borcuma mahsuben...

        Ya aşklarım

        Ya şiirlerim n’olacak

        Ya sen ele güne karşı

        Nasıl bakacaksın insan yüzüne.

        Hülasa anacığım

        Ne ambarda darım

        Ne evde karım var.

        Çıplak doğurdun beni

        Çıplak gideceğim...”