Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Palto"ya dair hikâyat!

        Palto deyince aklıma hep Derviş gelir. “Derviş de kim” diyeceksiniz, haklısınız, o meşhur biri değil, hiçbiriniz görmediniz onu, hatta ben bile görmedim. Hiç karşılaşmadık ama ben onun hikayesiyle büyüdüm. Taşın sert olduğunu anladığım andan itibaren evimizde, “bizim gavur” diye birisinden bahsedilirdi. Ondan kalma bir de palto asılıydı duvarda ve kutsal bir emanetmişçesine kimse ona dokunmaz, asılı olduğu yerden indirmezdi.

        “Felê me” yani “bizim gavur”un adı Derviş’ti. Ben doğmadan çok önce babam alıp onu Amêdiye’den getirmiş. Zamanla evin bir ferdi olup çıkmış. Hayvanlara bakıyor, odun kırıyor, ot biçmeye, harmana koşuyor; bir evin erkekleri ne yapıyorsa o da aynısını yapıyordu.

        Yirminci asrın ilk çeyreğinde bizim oralarda yaşanan bir Nasturi katliamından kurtulmuş bir “kılıç artığı”ydı Derviş. Bu yüzden geldiği yer onun memleketiydi. Annesini babasını, ailenin diğer fertlerini burada kaybetmiş, o da çocukken muhacir kafilesine katılmış, canını kurtararak Musul’a kaçmış ama kalbi hep buralarda, ata yurdunda kalmıştı. Çocukluğunun geçtiği cenneti özleyerek, ailesinin cesetlerinin düştüğü toprağı hayal ederek büyümüş. Babamla karşılaşmaları uzun hikâye, babam alıp onu getirmişti işte.

        Evimizin ferdi olma hikâyesi böyle başlamış ama kaldığı süre boyunca “bizim gavur” olarak kalmış evde. Abo’nun evine bir “gavurun” geldiğini duyan köylüler, hayatlarında ilk defa bir “gavuru” görmek için kafileler halinde evimize doluşmaya başlamışlar. Derviş akşam yemeğinden sonra bir mindere oturur, sırtını duvara verir, onu görmek için gelen köylüler de odanın karşı duvarının dibinde dizilir, hep birlikte aynı meraklı bakışlarla saatlerce konuşmadan günümüzün televizyon izleyicileri gibi Derviş’i seyrediyorlarmış. Artık o sırada “bir gavurun neye benzediğini” mi anlamaya çalışıyorlar, yoksa yatıncaya kadar hiç üzerinden çıkarmadığı paltosuna mı bakıyorlar orası bir muamma… Zira Derviş gelirken, böyle düğmeleri kocaman, yakası kürklü, siyah, görkemli bir palto varmış sırtında. Köylüler hayatlarında ilk defa palto görüyor. O muhteşem palto hiç görmedikleri bir “gavurun” sırtında üstelik; iki yenilik bir arada, seyretmeyecekler de ne yapacaklar! O sırada onu öldürüp hem cennete gitmeyi hem de o muhteşem paltoya sahip olmayı kaç köylü aklından geçirdi bilinmez ama kim aklından geçirdiyse, onu öldürdükten sonra o paltoyu sırtına geçirip gezemeyeceğini de biliyor olmalıydı. Zira Derviş “bizim gavurdu” (felê me bû), babama emanetti, ona gelecek zarar babamın çocuklarına gelirdi, köylüler bunun da farkındaydı.

        *

        Ama işte Akaki Akakiyeviç, Derviş kadar şanslı değildi. Hem Akaki Akakiyeviç’i himayesine alan babama benzer bir adam da yoktu, üstüne üstlük Sen Petersburg şehri, köyümüz Guzereş de değildi! Bizim köy Guzereş küçük bir köy, herkes birbirini tanıyor, Derviş’i öldürüp paltosuna alıp sırtına geçirse bir köylü, Derviş’i buralara getirip canından sorumlu olduğunu ona söylemiş olan adamın hışmını anında üzerine çekerdi; anlayacağınız o palto ona yar olmazdı ama Akaki Akakiyeviç’in yaşadığı Sen Petersburg öyle mi? Kocaman bir şehir, aynı mahallede oturanlar bile birbirini tanımıyor, tanısa bile Akakiyeviç’in “çalınan”paltosu kimin umurunda ki?

        Demem o ki Akaki Akakiyeviç, Derviş’ten bile kimsesizdi.

        Hadi daha fazla uzatmadan bakalım hele şu Akaki Akakiyeviç kim?

        *

        Akaki Akakiyeviç, modern Rus edebiyatının kurucu babalarından Gogol’un yarattığı bir hikâye kahramanıdır. Hani Dostoyevski’nin, “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” dediği; yayınlandığı 1842 yılından beri dünya edebiyatını tozunu attırmış, her ülkenin edebiyatında onlarca benzeri yazılmış, hikayecilikte çığır açmış, tiyatrosu, filmi, resmi yapılmış olan o meşhur “Palto” hikayesi var ya, onun kahramanı işte.

        “Palto” çok basit bir hikayedir aslında. Kâtiplik yapan çok fakir bir devlet memuru, hesabını kitabını yapar, şehrin terzisine bir palto ısmarlar. Palto dikilirken muhteşem hayaller kurar. Nihayet paltosuna kavuşur, onu sırtına geçirdiği ilk gece, karanlık bir sokakta nebbaş birileri yolunu keser, paltosunu gasp edip götürürler, o da kahrından ölür; bu sefer de hayaleti şehre musallat olur.

        Hepsi bu…

        *

        Vladimir Nabokov, “Rus Edebiyatı Dersleri”nde (İletişim Yayınları) Gogol’u “tuhaf bir yaratık” olarak tanımlar (1852’de “Ölü Canlar”ın ikinci cildini yaktıktan sonra odasına kapanır, yemek yemeyi reddeder, öldüğünde 43 yaşındaydı) ve ona göre “deha zaten tuhaf”tır. Yine ona göre okuru anında memnun eden, hayatla ilgili fikirlerine hemen katkı yapan yazarlar Gogol ayarında yazarlar değil, ikinci sınıf yazarlardır. Dâhiler çok yüksek, yukarıda bir yerde durur ve yazdıkları okunur okunmaz hemen kana karışmazlar. Üstada göre büyük edebiyat “akıldışılığın kıyısında dolanan” edebiyattır, mesela “Hamlet” nevrotik bir alimin “çılgınca düşü”yse, “Palto” da hayatın akışına “kara delikler açan, grotesk ve korkunç bir kâbustur”.

        Nabokov’a göre edebiyat okurları üçe ayrılır:

        Yüzeysel okurlar, ağırbaşlı okurlar ve yaratıcı okurlar…

        Yüzeysel okurlar “Palto”yu okuduklarında, yazarın işe yaramaz bir maskarayla dalga geçtiğini sanırlar. Ağırbaşlı okurlar ise, “Gogol bu hikayesinde Rus bürokrasisiyle ağır bir şekilde hesaplaşıyor” derler ki mesela bizim memlekette bu hikâye hep bu “ağırbaşlılıkla” okunmuştur. Başvurduğum bütün kaynaklarda, Gogol’un bu hikayesinden bahis açıldığında öncelikle başvurulan kavram “bürokrasidir”. Rus bürokrasisinden çıkılır, söz bize gelir. Üstadın, bu hantal yapının gerçek yüzünü nasıl ifşa ettiğini ballandıra ballandıra anlatırlar. Oysa yaratıcı okur ne hikayedeki mizaha ne de bürokrasinin dehşetine takılır. Bunları ikisi de umurunda değildir onun. O, hikâyede baş döndürücü başka bir derinliğin girdabına kapılıp gider, kaybolur.

        Hikâye karşında “yaratıcı okurun” hissiyatına gelmeden önce, olayların gelişimine biraz daha yakından bakalım o halde.

        *

        Hani hep tekrarlayıp duruyoruz ya, gök kubbenin altında söylenmemiş söz, anlatılmamış hikâye yoktur diye; “Palto”yu yazarken Gogol da başka bir hikâyeden ilham almış. Gerçek bir hadiseden… Bir gün Gogol, arkadaşlarıyla sohbet ederken, muhabbetin tam ortasına ava meraklı bir adamın hikayesi düşmüş. Bu av hikayesinde de küçük bir memur var. Kazandığı ancak karnını doyuruyor o da yarım yamalak. Ama bir tüfek sahibi olsa, tüfeğini alıp ava çıksa, avladıklarını getirip pişirse… En büyük hayali bu ama maaşı tüfek almasına yetmiyor. Ufak ufak para biriktirmeye başlamış, yediklerinden, giydiklerinden eksiltmiş ve nihayet tüfek alacak kadar parası olmuş, tüfeği almış, çıkmış ava. Bir sandalda göl üstünde ördek kovalarken elindeki tüfek suya düşüp kaybolmuş. Bunun üzerine küçük memur üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Arkadaşları durumuna üzülmüş, kendi aralarında para toplayıp ona yeni bir tüfek almışlar. Yeni tüfeği görür görmez adam hemencecik iyileşmiş.

        Gogol bu hikâyeyi duyduktan sonra tam sekiz sene üzerine düşünür ve nihayet 1842 yılında “Palto” yayınlanır.

        *

        Hikâyenin kahramanı Akaki Akakiyeviç hiçbir vasfı olmayan sıradan bir “küçük memurdur”. Bu küçük memur, dolayısıyla “küçük insan” teması Gogol’dan sonra yayıldı dünya edebiyatına. Bizde Sait Faik bu temada muhteşem hikayeler yazmış bir Gogol talebesidir mesela, aynı şekilde aynı temayı Orhan Veli de şiire taşımış. “Nasırdan çeken” adama, “hişt hişt”in peşine takılan adama benzer adamlardan bir adamdır Akaki Akakiyeviç. Adını bile babasından almış, babasının hem mesleğini hem de adını devam ettiriyor. Devlet memuru olmak; ne iş olursa olsun, isterse odacılık olsun çok mühimdir Rusya’da o zamanlar ve bizde hâlâ çok mühim… Devlet memuru oldun mu maaş garanti, hem de sigortası var! Arada bir amirleri dalga geçse, onlardan azar işitse de ne gam, işini “şevkle”yapıyor Akakiyeviç. (Gogol’ün etkilediği başka bir yazar olan Orhan Kemal’in “Murtaza”sındaki Bekçi de bir tür Akaki Akakiyeviç’tir, “vazife adamı”dır, “amirlerinden” işittiği azarı “terbiye” olarak görür.) Nabokov’un sözünü ettiği “yüzeysel okurlar” bu gözle hikâyeyi okuduklarında müthiş haz alırlar. Akakiyeviç’i kim işe almış, nasıl almış anlatmaz Gogol, hep aynı görevde, sadece vazifesini yapar, evrakları düzenler, mektupları temize çeker. (Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”da Turgut’u Ankara’da bir devlet dairesine sokar. Aman Allah’ım! Bürokrasinin işleyişi, daha doğrusu işlemeyişi hali bu kadar mı güzel anlatılır! Hatırlayanlarınız mutlaka vardır, eskiden memurlar ceketlerinin kolları masaya sürtünerek eprimesin diye kolluk takarlardı! Romanın bu bölümünde Gogol’a ince bir selam vardır.) Absürtlükler birbirini kovalar. Zaten “küçük insanın” her davranışı absürttür. Buraya kadar hikâye mizahi bir tondadır. Ancak Rusya’nın o ilik donduran soğukları baş gösterince, kahramanımızı eski, yıpranmış her tarafı yama görmüş paltosunun bedenini ısıtmadığını anlarız ki bundan sonraki bölümde “küçük adamın” hayatındaki trajedilere bizi şahit yapar yazar. Sınırlı bir geliri var adamın, tıpkı avcı hikayesinde olduğu gibi maaşı yeni bir palto almaya yetmiyor. Ama bir yandan da yeni bir paltoya kavuşmayı hayatının en önemli meselesi yapar ve harcamalardan kısmaya başlar. Zaten kısıtlı olan hayatını daha da kısıtlar ve para biriktirmeye başlar. Şimdi işinin yerini kavuşacağı yeni palto alır, işlerini hafif hafif aksatır. Hayatında ilk defa rutinin dışında büyük bir hedef koymuştur önüne. Sanki çok uzun sürmüş bir uykudan uyanmış gibi, o “küçük insan” kendini bir çatışmanın içinde bulur.

        Nihayet terziye diktirdiği, yakası kürklü şahane yeni paltosuna kavuşur. Dairde memur arkadaşları yeni paltosuna övgüler düzer, onu ve paltosunu takdir ederler. Bu durum onu zaman zaman utandırsa da yüce hisler de uyandırır. (Buralarda Gogol, bizdeki Nasreddin Hoca’nın “ye kürküm ye” hikayesine de yaklaşır!) Bağlı olduğu amir, paltosunu kutlamak için evinde bir davet verir, yeni paltosuyla onu da davet eder. Paltosunu giyerek gider ancak burada ufaktan bir dalga geçme durumuyla karşılaşır. (“Ne insanlar gördüm üzerlerinde elbise yok, ne elbiseler gördüm içlerinde insan yok”-Mevlana) Sıkılır, üzülür, kahrından içer ve bir an önce oradan ayrılmak ister. Paltosunu giyer (hata ararken vestiyerden düşmüş, yerde bulur onu), sarhoş bir halde kendini sokağa atar. Tenha sokaklardan geçerken gecenin geç bir vakti iki adam çıkar yoluna, zorla paltosunu üstünden çıkarır, alıp kaçarlar. Hayatı elinden alınmış bir halde evine döner, ertesi gün polise başvurur ama kimse derdine derman olmaz. Mesai arkadaşları ona üzülür, kendi aralarında para toplayıp yeni bir palto almak isterler ama bu da olmaz. Bunun üzerine arkadaşları, üst makamdan “önemli kişiye” gitmesini tavsiye ederler. (Hikâyeyi, Nabokov’un bahsettiği “ağırbaşlı okurlar” gibi okursak eğer bu bölüm bir hazine değerindedir bizim için. Zira “önemli adam”la “değerli adam” karşılaştırması için müthiş derslerle dolu bir bölümdür. Çetin Altan’ın vefatı üzerine Murat Belge’nin yazdığı yazıdan kalmış aklımda; Belge’ye göre “Çetin Altan bu ülkede ‘önemli adam’ olmakla ‘değerli adam’ olmak arasındaki farkı anlamış ve anlatmış” bir yazardı. Sahiden de öyle, üstat yazılarında sık sık “insanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar” der dururdu. Gerçi bu sözünden; onun henüz yazıya başlamadığı eski zamanlarda bu memlekette “mühim şahsiyetten” çok “kıymetli şahsiyet” vardı gibi bir sonuç çıksa da sanırım sadece bizde değil, dünyanın birçok ülkesinde bu iki insan türü sık sık birbiriyle kıyaslanır ve bu kıyası yapanlar, eğer bir memlekette “önemli şahsiyet” sayısı “kıymetli şahsiyet” sayısından fazlaysa, o memleketin istikbali için fazla ümitvar olmak beyhude bir çaba olur demeye getirirler. Ama ne yazık ki sadece bizde değil, dünyanın her yerinde “önemli şahsiyetlerin” sayısı “kıymetli şahsiyetlerin” sayısından bir hayli fazladır. Bu, bugünün meselesi de değil üstelik; insanlık tarihi kadar eskidir. “Önemli adamın” ömrü oturduğu makamın süresi kadarken; “kıymetli adamın” ise işgal ettiği bir makamı yoktur. Her dönemde “değer” üretenlere “deli” muamelesi yapılmış, önemli mevkilerde bulunanlar da memleket sathında tahtırevanla gezdirilmiş. Filozofun, yazarın, şairin sözü anında derde şifa olmaz çünkü; onların ürettikleri antibiyotik gibi zamanla iyileştirir yarayı ama “mühim şahsiyet” gündelik ve kısa dönemlik derde derman bulan şahsiyettir. “Mühim şahsiyet” dünyasını kurtarır kişinin canı isteyip kurtarmaya kalkışırsa eğer; “kıymetli şahsiyet” ise iç dünyasına, derununa, ruhuna söyler şarkısını… O şarkının ruhta yaratacağı iyileştirme, zamanla anlaşılır. Ama işte insan denilen yaratık yarayı iyileştiren, ruha iyi gelen şarkıyı aramaz onun peşine düşmez; çocuğuna verdiği ilk öğüt; hele bir oku, iş güç sahibi ol, sonra şarkı mı söylersin, yazı mı yazarsın, alim mi olursun yap o zaman ne yapacaksan! Bu memlekette sanatçı olma yolunda babasından zılgıtı yememiş çok az sayıda müzisyen, ressam, yazar, oyuncu vardır.)

        Neyse biz dönelim Akakiyeviç’e… Arkadaşının tavsiyesine uyar, “önemli adamın” makamına gider, büyük bir zahmetle nihayet karşısına çıkarırlar. Bu onun için çok önemlidir çünkü “mühim adam” isterse onu paltosuna kavuşturabilir. Derdini anlatır. Mühim adam, mevki olarak aşağıda yer alan bu adamın böylesine “önemsiz” bir mesele için kendisini rahatsız ettiği için azarlar onu, adeta kovar. Bütün umutları darmadağın olmuş bir halde evine dönen Akaki Akakiyeviç o’saat hastalanıp yatağa düşer, geceleri sayıklar, kızar, küfürler savurur. Bir süre sonra hayata tutunmak için hiçbir dalı kalmamış bir umarsız gibi bırakır kendini, ruhunu teslim eder.

        Ama Gogol’u hikayesi burada bitmez. Fantastik bir bölüm ekler hikayesine büyük yazar. Bir anda ortalığı kaplayan bir söylentiye göre, geceleri Kalinkin Köprüsü civarında memur kılıklı bir hortlak, paltolu kimi görse ona musallat oluyormuş. Mevki ve rütbeye bakmadan karşısına çıkan paltolu kim varsa hepsinin paltosunu alıyormuş. Onu gördüğünü söyleyen mesai arkadaşlarından birisi tam emin olmasa da onu Akakiyeviç’e benzettiğini söyler. Şehirde büyük bir huzursuzluk baş gösterir, paltolu dolaşan üst makamlardan “önemli kişileri” korku sarar. Hayatı boyunca aralarında hep bir “hayalet” gibi dolaşmış pek mühim olmayan küçük insan Akakiyeviç, şimdi o “önemli adamların” korkulu rüyası olup çıkmıştır.

        Paltosunu bulmak için başvurduğu “önemli adam” da bu korkuyu yaşayanlardan birisidir. Şimdi ona yaptığı muameleden pişmanlık duyuyor ama korkunun ecele faydası yok. Bir akşam, davetli olduğu yere gitmek için konforlu, sıcacık arabasına kurulmuşken hortlak ona musallat olur ve o güzelim paltosunu sırtından alarak kayıplara karışır. “Önemli adam” yaşadığı korkuyu bir daha unutamaz, eski kibrinden ve kaba davranışlarından birazcık feragat eder, az biraz yumuşar. O günden itibaren “palto çalan hortlak” sırra kadem basar; Akakiyeviç kendine uygun paltoyu bulmuştur çünkü.

        *

        Başta Ruslar olmak üzere dünyada birçok edebiyat eleştirmeni bu finali bir tür “mazlumların zaferi” olarak nitelendirir. Ama Nabokov bu fikirde değildir. O farklı düşünür. Ona göre bu final “mazlumların zaferi” falan değildir. Çünkü edebiyatın derdi, “mazlumlara acımak yahut zalimleri lanetlemek” değildir.Edebiyat, insan ruhunun derinliklerine hitap eder ki, burada diğer dünyaların gölgeleri, isimsiz ve sessiz gemilerin gölgeleri misali geçip gider.” Yine ona göre Gogol’un hikayesinde “yaratıcı okurun” da anlayacağı gibi, bu “zaferden” daha fazla bir şey vardır.

        Şunları söyler:

        “Çok yanlış olan bir şey vardır ve herkes, onlara çok mühim görünen meşguliyetlere sahip yumuşak huylu deliler iken, absürtçe mantıklı bir kuvvet, onların beyhude işlerine devam etmelerini sağlamaktadır; hikâyenin gerçek ‘mesajı’ budur. Bu apaçık beyhudelik, beyhude alçakgönüllülük ve beyhude tahakküm dünyasında, tutkuyla, arzuyla ve yaratıcı çabayla erişilebilecek en yüksek paye, terzileri de müşterileri de kendisine hayran bırakacak yeni bir paltodur”.

        Öyle ya, “küçük insan” işine gitmek için tahtırevan düşlemez; onun düşündüğü tek şey otobüse veya minibüse geç kalmamaktır.

        *

        Dünya edebiyatında yazılmış “Palto” hikayeleri bir hayli fazladır dedik yazının bir yerinde. Bizden bir örnek vereyim o halde; Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında “Süleyman Kargı” adını vererek roman kahramanı yaptığı arkadaşı Vüs’at O. Bener’den mesela …

        Gogol’un ünlü hikayesiyle bir ilişkisi olmadığını söyleyerek anlatmaya başlar yazar “Palto” isimli hikâyenin girişinde. “Kolunu Nihal’in okşadığı” paltosunu o da çaldırmıştır. Evin penceresi düşük, açık kalmış, belli ki oradan götürmüş paltoyu çalan kimse. Durumu polise bildirmezler. Kapıcı Musa’yla bitişiktir daireleri. Önce ondan kuşkulanır, “ağzını arasam mı?” der kendine. Kışa giriliyor ve adamcağızda “üstbaş nafile, şeytana uymuş olabilir”. Ufaktan ihsas eder, adam çok hiddetlenir, “öldürecek sanır”, çaresiz sineye çeker ama kışı nasıl atlatacak, eski bir pardösüsü var sadece, o da incecik. Bu hadise üzerine Musa ona düşman kesilir, çöplerini bile almaz olur, odun kömür kırma işi de ona kalır üstelik. Aradan birkaç ay geçer. Soğuklar iyice bastırır, Musa’nın sırtında biraz eprimiş bir palto belirir. Kendi deve tüyü paltosunu sattı, yerine bunu aldı eskiciden diye düşünür, göz göre göre onun paltosunu giyecek değil ya… Derken bir gece yarısı kapıları çalınır, açar, kapıda Musa’nın karısı, ağlıyor, “Çabuk gel bey, Musa kör oldu” der. Meğer ev sahibi kaynak yapılacak bir iş vermiş, Musa da gözlerini koruyan nesneyi takmadan, çıplak gözle kaynak yapmaya kalkışmış, gözleri yanmış. Bildiği bir göz doktoru var kahramanımızın, Musa’yı koluna takar göz doktoruna götürür. Doktor çabuk getirmeseydiniz gözleri kör olurdu der, Musa ona dua etmeliymiş! İlaç sürülür, bantlanır, yirmi dört saat açılmamasını tembihler doktor. Bu şekilde Musa’nın gözleri kurtulur. Yine de paltosunu çaldı diye ondan kuşkulandığı için bağışlamaz Musa onu. Yüzü hep asık kalır, biraz yumuşar o kadar.

        Öyle ya, küçük insan, gururunu hiçbir paltoya değişmez.

        *

        Yazının girişinde hikayesini anlattığım Derviş’in akıbetini merak etmişsinizdir muhakkak, anlatayım o halde…

        Evimizde kaldığı birkaç yıl boyunca kimse saygıyı eksik etmemiş ondan. Bazen ortalıktan kaybolurmuş. Böyle zamanlarda, “dêra berojî” (kuzeydeki kilise)’de olduğunu biliyorlar bizimkiler. Peşine her düştüklerinde o yıkık kilisede dua ederken bulmuşlar. Sonra günün birinde aniden gitmeye karar vermiş. Babam kalması için ısrar etmiş, o ille de gitmek istemiş. Babam kardeşi Yasin’e, “yanına birisini al, Derviş’i sınıra kadar götür” demiş. Yasin de bir arkadaşını yanına alıp yola çıkmışlar. Çukurca’da sınırı geçip uzaktan Amêdiye görününce Derviş’le vedalaşmışlar. Derviş, Yasin’e sarıldıktan sonra sırtındaki paltoyu çıkarıp ona uzatmış. “Bunu al, senin olsun,” demiş kederli bir gülümsemeyle. Yasin “almam” demiş ama Derviş ısrar etmiş, “Al, benden bir hatıra olarak kalsın sizde,” demiş.

        Ben Derviş’i görmedim ama o paltoyu gördüm. Evin duvarında bir çiviye asılıydı. Kimse giymiyor, Derviş’in yaptığı bir tablo gibi evimizin duvarını süslüyordu.