Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Üç semavi dinin mensupları için Kudüs, Mekke nasıl birer mukaddes şehirlerse, bir zamanlar komünistler için Moskova da öyle mukaddes bir şehirdi.

        “Sosyalizmin Alfabesi”ni, “Felsefenin Temel İlkelerini” okumuş, orda yazılanlara iman etmiş her sosyalist, SSCB’nin ortadan kalktığı 90’lı yılların başına kadar bu şehri muhayyilesinde canlandırır, ona dair hayaller kurar, bu şehirde yaşayan insanları dünyanın en mutlu, en aşık, en neşeli insanları olduğunu sanır, günün birinde onlara karışarak, o şehirde kurulmuş olan o muhteşem “sömürüsüz düzenin” bir parçası olmayı hayal ederdi.

        1970’lerin sonunda ortaokul öğrencisi olan ben de onlardan biriydim mesela. Köyden yeni gelmiştik, evimiz çarşıya uzaktı, belediyenin vasıtaları yoktu, bu yüzden sabah evden çıkarken, akşam eve dönerken o uzun yolda başım önüme eğik, özellikle o sırada okuduğum Pasternak’ın “Doktor Jivago”su, Ostrovskiy’nin “Ve Çeliğe Su Verildi”si, Gorki’nin “Ana”sı gibi romanlarda karşıma çıkan Moskova’nın nasıl bir şehir olduğunu hayal ederek yürürdüm.

        Hayal ettiğim şehir şöyle bir yerdi:

        Karın çok güzel yağdığı bir şehirdi ama kimse üşümüyordu çünkü herkesin paltosu vardı. Şehrin her yeri güllerle, çiçeklerle süslüydü. Çok güzel kokuyordu. Bütün ahalisi aynı fikirdeydi. Kimse kimseye kin beslemiyor, kimse kimseyle kavga etmiyordu. Herkesin üzerindeki kıyafetler tertemiz ve rengarenkti. Herkes gülümsüyordu; hiç azar işitmemiş mutlu bir çocuk yüzü gibiydi şehir. Benim yaşadığım yere benzemiyordu. Sokaklarını sabah akşam toz kalkmasın diye belediyenin sulama aracı sulamıyordu çünkü caddeleri pırıl pırıldı. İnsanlar kabilelere, aşiretlere ayrılmadığı için de en ufak bir tartışmada, kazma kürek saplarıyla, döner bıçakları, kasap satırlarıyla birbirlerine girmiyorlardı çarşısında. İstediğin mağazaya giriyor, istediğin kıyafeti giyiyor, istediğin iskarpini ayağına geçiriyor para vermeden dışarı çıkıyordun. İstediğin lokantada, istediğin kadar yemek yiyordun, bedavaydı. İstediğin okulda okuyordun. Canın isterse istediğin işte çalışıyor, para kazanmak dert değildi, dert emeğini ve yeteneğini toplumun hizmetine vermekti. Sinemaya, tiyatroya bedava gidiyordun. Sokakta Brejnev’le karşılaşıyor, ona başınla “yoldaşça” bir selam veriyor, o da selamını alıyordu aynı nezaketle. İnsanlar arasında haset, kıskançlık, kin yoktu, herkes herkesle dosttu. Aşık olursan eğer sevdiğine açılmak ayıp değildi, ayıp olan onu saklamaktı. Sevdiğinle şehrin sokaklarında el ele dolaşabiliyordun, kimse yadırgamıyordu. “Yârin yanağından gayri” her şey ortaktı, her işte hep beraber hareket ediliyordu. Benim gibi Sovyetçi değil de Çinci olan bir arkadaşım günün birinde, “Öyle değil, sokakta Brejnev’i göremezsin, Brejnev’in her şeyi özel, evinde kendine ait havuzu bile var” demişti de “Brejnev yoldaşa” attığı bu “iftiradan” dolayı onu azarlamış, çok uzun süre küs kalmıştım.

        Daha sonra elime geçen Soljenitsin’in “Gulag Takım Adaları”nı tam okuyacakken, imandan çıkmaya hazır bir günahkarı yolundan çevirmek ister gibi İhsan Abi kitabı hırsla elimden almış, “Sakın bunu okuma!” demişti. Kim bilir, o kitabı o gün okusaydım eğer, belki de Moskova’yla ilgili kurduğum bütün hayallerim tuzla buz olacaktı.

        *

        Biz Moskova’yı muhayyilemizde nasıl bir cennet olarak tasavvur ediyorsak, o sırada şekli şeklimize benzer ama fikri bizim fikrimize benzemez, bizim “faşist” dediğimiz farklı muhayyilelerde, aynı Moskova korkunç bir cehennemdi. Dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağıydı bu şehir; bir günah şehriydi. Zira din düşmanı, imansız kâfirlerden daha kâfir komünistlerin toplandığı yerdi. Burada sabahtan akşama kadar Tanrıya hakaret ediliyor, din jiletle toplumdan kazınıyor, insanlar rejimin kölesi haline getiriliyor, ahlak, namus adına hiçbir şey yok, pislik, sefalet almış başını gidiyor, aile, akraba yok, kimin canı istiyorsa istediği eve girip orada kalıyor, akşam evine gittiğinde eğer farklı bir şapka evin vestiyerine asılıysa bil ki birisi o sırada senin yatağında, eşinin yanında uyuyor, sen de sesini çıkarmadan gerisin geri başka bir yere gidiyordun. “Komünizm” düşmanlarının da “komünden” yani “ortaklaşmadan” anladıkları buydu. Bu yüzden nerde bir komünist görseler, ona burada yeri olmadığı hatırlatılıyor, “Komünistler Moskova’ya” sloganı hep bir ağızdan haykırıyorlardı. Komünistlerin de canına minnet, “pasaport, pasaport” diye arkalarından bağırıyorlardı. (Devletimiz o zamanlar her canı isteyene pasaport vermiyordu.)

        *

        Bir de devletin Moskova algısı vardı ki, komünizmi bir illet olarak görenlerden farklı değildi. Özellikle 1950’lerden itibaren soğuk savaş dönemi başlayınca Moskova alerjisi her şeyin üstünü kapladı. Dermansız bir dertti bu dert ve ondan tek kurtuluş, komünistlerin kökünü kazımaktan geçiyordu. Devlet her yerde komünist arıyor, Sabahattin Ali’nin kafasını kalasla parçalıyor, toplu komünist tevkifatı yapıyor, eşitlikten, adaletten, özgürlükten bahseden yazarları, sanatçıları kodese tıkıyor, Aziz Nesin’e bile “komünist” muamelesi yapıyordu. Neredeyse kırmızı rengi bile, kızılları hatırlatıyor diye yasaklayacakları yıllardı! O sırada CHP’lilerin “yapmayın etmeyenin, komünistleri affetmeyin” diye bas bas bağırmasına rağmen DP’nin çıkardığı bir af kanunuyla hapishaneden çıkmış olan komünist şair Nazım Hikmet’in Moskova’ya kaçmış olması hem devlette hem de komünizm düşmanlarında derin bir travma yaratmıştı. Herif göz göre göre gitmiş, Moskova’da pis pis sırıtarak bizimle dalga geçer gibi şöyle şiirler yazıyordu:

        “Altın aynalarda Moskova şehri

        Moskova evim, Moskova odam

        Moskova 19 yaşım, 60 yaşım

        Moskova öğretmenim, yoldaşım

        Moskova seni armağan eden bana.”

        O günlerde Moskova alerjisi ve Nazım Hikmet düşmanlığı her şeyin üzerindedir. Kaçışından birkaç gün sonra Moskova’da çekilmiş bir Nazım Hikmet fotoğrafını kendine “solcu” diyen Cumhuriyet gazetesi birinci sayfasına koymuş, “Nihayet resmi de geldi” başlığıyla resim altına şunları yazmıştı:

        “Bu fotoğrafı sütunlarımıza geçirirken Şair Eşref’in Abdülhamit’e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye ‘resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün’ mealindedir. Biz de yukarıdaki resmi, Nazım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz.”

        Başka hangi gayeyle resmini bassınlar ki!

        *

        Şimdi sizi o günlerde, Türk matbuatında yaşanmış tuhaf bir Moskova hadisesine götürmek istiyorum.

        Nazım Hikmet Moskova’ya kaçalı iki yıl olmuştu. 1953 yılının Kasım ayı başlarında “Yeni Sabah” gazetesinin birinci sayfasında “Esat Mahmut Karakurt Dünyayı Geziyor” başlıklı bir yazı dizisinin anonsu yayınlanır. İstanbul sokakları “Yeni Sabah-Esat Mahmut Karakurt Moskova ve Kutuplar Dahil Bütün Dünyayı Anlatıyor” yazılı afiş ve ilanlarla donatılır. İlanlarda olmayacak bir şey yapar gazete; “Moskova ve Kutuplar” kelimelerini kırmızıyla yazar. Kırmızı bela bir renktir o sırada, bu rengi gören mel’unu görmüş gibi kaçıyor!

        Kızılca kıyamet o sırada kopar. Babıali birbirine girer, çarşı karışır, protestolar, tehditler, yazamazsınlar, yaptırmamlar, yazdırmayızlar havada uçuşur, tartışmaya dahil olmayan kalmaz, Babıali’nin kalemşorları yalın kalem atılırlar meydana. Gazete “Moskova” kelimesini kırmızı yazarak şimdiden Moskova’nın ve kızıl komünizmin propagandasını yapıyordu! (Tıpkı “İnci Taneleri” daha başlamadan önce Yılmaz Erdoğan’ın kadın cinayetlerini “romantize” ettiğini söylemeleri gibi!) Kimse yazının yayınlanmasını beklemez, kimse yazı dizisini hazırlayan muharririn adını bakmaz bile. Hiç kimse Esat Mahmut Karakurt gibi bir adam nasıl komünizm propagandası yapar diye aklından bile geçirmez.

        Peki sahiden de daha yazısı yayınlanmadan memlekette ufak çaplı bir depreme sebep olmuş olan Esat Mahmut Karakurt kimdi? Önce ona bakalım isterseniz.

        *

        Esat Mahmut Karakurt, “Vahşi Bir Kız Sevdim”, “Dağları Bekleyen Kız”, “Allahaısmarladık”, “Ankara Ekspresi” gibi romanlarıyla; Haldun Taner’in saptamasıyla bugün “bestseller” dediğimiz roman türünü Türkiye’ye ilk defa getiren yazardır. Bir dönemin en popüler romancısıdır. Bütün kitaplarında erkekler çok yakışıklı, kadınlar çok güzeldir. Entrika mı ararsınız, şehvet mi, macera mı, aşk mı her şey var onun romanlarında. Yazdığı romanların pek matah şeyler olmadığını o da biliyor ama yine de diline çok dikkat eder, muhteşem bir Türkçeyle yazar. Yazdığı bu kadar ucuz şeyleri yadırgamasınlar diye de “Latin harflerinin yeni kabul edildiği bir dönemde büyük yığınlara roman okuma zevkini yaymaya çalıştım” gibi ulvi bir gerekçenin arkasına sığınır. O sırada bulduğu tarz çok yenilikçi bir tarzdır, çok satmanın yolunu keşfetmiş, kitapları kapış kapış gidiyor, o da kazandığı parayla krallar gibi yaşıyordu. Çok şık giyinir, güzel kadınlarla gezer, iyi lokantalarda yer içer, seyahatlere çıkar, gününü gün ederdi. Hiç evlenmemişti, çapkındı, iri cüsseli, yakışıklıydı. Ölümünden sonra yazdığı yazıda Haldun Taner onu, “hayatını yaşayan adam” olarak tanımlar. Taner’e göre hiçbir edebi kaygı gütmeden sadece para kazanmak için roman yazardı. Galatasaray Lisesi’nde bir öğrencisi, bir kompozisyon ödevinde, ondan yüksek not almak için onun romanlarında yaptığı gibi kısa ve devrik cümlelerle, üslubunu taklit ederek yazar ödevini. Talebe yüksek not beklerken, hocasından şöyle bir azar işitir: “Hınbıl adam. Başka özenecek yazar mı bulamadın? Ben bunları ekmek parası için yazıyorum. Sen de edebiyat sanıyorsun.”

        Türk edebiyatında adı Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin Berkant ile anılır. Ama onda, diğer iki yazardan farklı olarak aşk, cinsellik demektir. Bütün romanlarından şehvet akar. Kadın ve erkek, cinsel arzu için birbirine yaklaşırlar. İşi fazla uzatmaz, iki cins bir araya gelir gelmez, doğru yatağa… Ama yine de romanları ucuz erotik romanlar addedilmez Macerayı, aşkı, cinselliği o kadar büyük bir ustalıkla ve o kadar mükemmel bir Türkçeyle bir araya getirir ki kendini hemen farklı kılar.

        Esat Mahmut’un; Urfalı, “Hacıefendizade” veya “Hacı Esat Efendigil” diye bilinen ayan bir Kürt ailesinden geldiği söylenir. (Irkçılık düzeyinde Kürtlerden nefret etmesi ayrı bir bahis!) Sultan Abdülhamit döneminde saraya giren, Şuray-ı Devlet azası Mahmut Nedim Bey’in oğludur. İstanbul Hukuk’tan mezundur. Avukatlık yapmış, gazetecilik yapmış, Galatasaray Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği ile iki dönem Urfa milletvekilliğinin yanı sıra 1960’lı yıllarda da yine Urfa’dan senato üyeliği yapmış. Yirmiye yakın roman yazmış, bu romanların hemen hemen tümü sinemaya uyarlanmış.

        Haldun Taner, yukarıda andığım yazısında onunla ilgili birkaç anekdot anlatır. Talebelerine “şapşal surat”, “aval bakışlı”, “sersem alyhüsselam”, “hımbıl bey” gibi lakaplarla seslenen Karakurt, bir gün boş bakışlı aylak bir öğrencisine kızıp ona kırık not verirken, “Adın ne senin?” diye sormuş, Çocuk “Mustafa Kemal” diye cevap verince, “Hangi aptal koydu sana bu adı?” deyince çocuk “Bizzat Mustafa Kemal…” demiş. Meğer çocuğun babası Atatürk’ün yanından ayrılmayan “mutat zevattan” biriymiş. Haldun Taner der ki:

        “Karakurt, baltayı taşa vurunca, kim bilir önce nasıl şaşırmış, sonra da eve gidince ne kadar gülmüştür. Çok sevdiği bu anekdotu yüzünü pırıl pırıl aydınlatan candan gülüşüyle sık sık anlatırdı.” (Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, Bilgi Yayınevi, s.201-204)

        *

        İşte bu Esat Mahmut Karakurt’un “Yeni Sabah” için gidip gördüğü Moskova o zamana kadar Türkiye için tam anlamıyla bir kapalı kutudur; yazının başında sözünü ettiğim ve etkisi 90’lı yıllara kadar süren farklı Moskova algılarını yerle bir edebilirdi yazı. “Komünizm” düşmanlarına göre Karakurt bu “şer yuvasını” sempatik gösterebilirdi. Rakip gazetelerin çoğu “mesleki kıskançlığını”, “siyasi saiklerin” arkasına gizleyerek saldırıyordu ona. Atatürk’ün ölüm yıldönümün yaklaştığı o günlerde bir Moskova röportajı manidardı. Milliyetçi gençler gaza gelmeye hazırdı, daha önce benzer kışkırtmalarla “Tan” gazetesine saldırıp yerle bir etmişlerdi. Durumdan kaygılanan gazetenin sahibi Safa Kılıçlıoğlu Başvekil Menderes’e can güvenliğinin sağlanması için bir telgraf çeker. Saldırıların önü arkası kesilmez. “Dünya” gazetesinde Bedii Faik, İstanbul’un her yerinde “Moskova” afişlerini görmenin bünyeye vereceği zararlardan bahsederken aynı gazetede yazan Falih Rıfkı Atay, “Ne söverek Rusya’yı çileden çıkarmanın sırası ne de överek bu milleti çileden çıkarmanın sırasıdır” der. “Dünya”, “Vatan” ve “Zafer” gazeteleriyle birlikte “Milliyet” ve “Hürriyet” de harekete geçer. Bu gazetelerde çıkan yazılara göre eğer “Yeni Sabah” Rusya’yı övecekse vay halimize, yok eğer yerecekse bu da dış politikamıza zarar verecek! Gazeteler üniversite gençlerine, işçi sendikalarına koşar, onların görüşlerini ihtiva eden haberler yaparlar. Gençler, “Biz Türk gençliği olarak ne maksatla olursa olsun Moskova kelimesini ne görmeye ne de işitmeye tahammül edemeyiz” derler.

        *

        Kopan bu kızılca kıyamet içinde Esat Mahmut Karakurt’un “Moskova röportajı” 15 Kasım 1953 günü “Yeni Sabah”ta başlar. “Türk milleti 25 seneden beri ilk defa kendisi için tamamıyla meçhul ve karanlık bir alemi” sevdiği bir “Türk muharririn kaleminden” okuyacak. İlk bölümde Moskova’ya yaptığı yolculuğu anlatmakla girişir işe Karakurt. Önce kendini savunur “Ne sağla ne de solla hiçbir alakası olmadığını” söyler, “Komünizmden nefret ettiği kadar ırkçılardan da tiksindiğini” yazar. Oysa o zamana kadar yazdıklarıyla “ırkçılıktan” pek “tiksinmediğini” göstermiş bir yazardır. 1 Eylül 1930 tarihli Akşam gazetesinde, Ağrı İsyanı dolayısıyla Kürtler için yazdığı şu satırlar duruyordu arşivinde: “Bunlara aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiçbir şeyin farkına varmamışlardır. Bütün bildikleri sema ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa o da öyle yaşar. İşte Ağrı’dakiler bu nevidendir. Şimdi siz tasavvur edin; bir kurdun, bir ayının bile dolaşmaya cesaret edemediği bu yalçın kayaların üzerinde yırtıcı hayvan hayatı yaşayanlar ne derece vahşidirler. Hayatlarında acımanın manasını öğrenememişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar. Çok alçaktırlar. Yakaladıkları takdirde bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler. Kadınları da öyle imiş.”

        Bu satırları yazmış olan Karakurt, “ırkçı” ve “komünist” olmadığını söyleyerek başlar Moskova yolculuğuna. Moskova’ya Doğu Berlin’den uçar. Pasaport işlemleri için gittiği merkez bekleme salonunda, duvarda asılı Lenin ve Stalin tablolarıyla baş başa kalır, o anı şöyle anlatır:

        Dört tarafı kapalı bir yerde bir gün Azrail ile baş başa kalacağımı düşünebilirdim de fakat şu duvardan gözlerini kaldırmış bana hiddetle bakan pala bıyıklı Stalin ile kocaman kafalı Lenin’in karşılarında oturup hayalen dahi olsa onlarla hasbihal edeceğimi asla hatırıma getiremezdim.”

        Doğu Berlin gümrük bürosundaki memureyi ise tıpkı romanlarında anlattığı kadınlar gibi şöyle anlatır:

        “İnce, zarif, genç bir kız. (…) Güzel kadının Rus’u, komünisti, faşisti olur mu hiç? Kadın kadındır. İnsan ayrılamıyor işte bir türlü önünden! Gayet sıcak ve mütebessim bir nazarla gözlerini kaldırıp bana baktı. Gözleri, geceyi sevdiği bir erkeğin koynunda geçiren, yorgun ve mesut bir kadının gözleri gibi fevkalâde tatlı ve hafif bir çukurun içine gömülmüş donuk donuk parlıyorlardı.”

        Yazı dizisinde anlattığına göre Karakurt, Moskova’da on gün kalmıştı. Bu süre zarfında on yıl yaşlanmış, on kilo vermişti. Korkunç bir cehennemdi gidip gördüğü yer. Metro hariç, gördüğü hiçbir şeyi beğenmemişti. Hatta metroya neden bu kadar çok para harcadıklarını da hiç anlamamıştı. Ha, şehrin ferah meydanları, geniş geniş caddeleri, yemyeşil parkları Avrupa’nın birçok şehrinden farksızdı gerçi, hatta onlardan daha iyi bile denebilirdi ama hürriyet olmadıktan sonra bütün bu güzellikler neye yarardı? En çok şaşırdığı şey, “vestiyere asılı şapka”yı görmemesiydi, yani memlekette anlatıldığı gibi bu şehirde “serbest izdivaç” yoktu ya da en azından o rastlamamıştı. Çok pahalı bir şehirdi Moskova. Ahalisi çok kötü giyiniyordu, yalnızca borç çorbasıyla besleniyorlardı, sosisli lahana baş yemekleriydi. Bir de tiyatroyu ve sarhoş olmayı çok seviyorlardı. Kafalarının üzerinde daima polis copu sallanıyordu, polis korkusundan hiçbir şeyi doyasıya yaşayamıyorlardı. Hepsi hayatlarından çok memnun görünüyorlardı, bunun da sebebi başka bir dünyayı bilmemeleri, görmemeleriydi. Yabancı hiçbir şey yoktu bu şehirde. Ne bir radyo ne bir gazete ne de yabancı müzik… Turistlere hep mesafeli yaklaşıyorlardı. Sanki orada gazeteci olarak değil de casus olarak bulunuyordu. Zar zor birkaç fotoğraf çekmiş, çektiklerinin de negatiflerine el konulmuştu.

        Belki de o sırada Moskova’da bulunan şair Nazım Hikmet’e sözü getirmek için olsa gerek, bir şöyle bir hatırasını anlatır:

        “Resim çekmeme müsaade etmedikleri için kendisine şikâyette bulunmağa gittiğim matbuat işleriyle uğraşan bir memur bana sordu:

        ‘Nazım Hikmet’i tanır mısın?’ dedi.

        ‘Tanırım’ dedim.

        ‘Türklerin yetiştirdiği en büyük şairdir değil mi?’

        ‘Bilmiyorum.’

        ‘Görüşmek ister misiniz kendisiyle?’

        Derhal heyecanla atıldım:

        ‘Evet, isterim’ dedim.

        ‘Niçin istiyorsunuz?’

        Sükunet ve cesaretle cevap verdim:

        ‘Suratına tükürmek için.”

        Esat Mahmut Karakurt, yazı dizisi yayınlanmadan önce “komünizm propagandası yapacak” diye kıyametleri koparanların tümünü mahcup etmiş, Moskova denilen şehrin ne menem bir cehennem olduğunu necip Türk matbuatına, dolayısıyla Türk halkına da göstermiş, hızını alamamış, yazı dizisinin bir yerine de o sırada Parmaksız Hamdi’nin Sansaryan Hanı’ndaki tabutluklarda işkence gören, hapishanelerde, mahkemelerde sürünen Türk komünistlerine de şu mesajı vermeyi ihmal etmemişti:

        “Ben bizim hükümetin yerinde olsam, şu bizim mahkemelerde pinekleyen, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini bilmez o gafil çoluk çocuğu toplar, bir hafta içinde Moskova’ya gönderirim. Görürsünüz bakın, döndükleri zaman nasıl mum gibi dimdirek birer milliyetperver, vatanperver olarak avdet ederler memlekete. Davulun sesi uzaktan hoş gelir amma yaklaşın da bakın bir kere, nasıl kulaklarınızı tıkamak mecburiyetinde kalırsınız.”

        *

        2003 yılında, Nazım Hikmet’in doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle benim de yolum düştü Moskova’ya. Gençliğimde hayalini kurduğum şehre gidiyordum büyük bir heyecanla. Saçlarım kısa, sakallarım kirliydi, bana Çeçenistan’da savaşmaya giden İslamcı terörist muamelesi yaptılar havaalanında. Altı saat sonra şehre girmeme izin verdiler. Muhteşem mimarisine, geniş caddelerine, metrosuna Karakurt gibi ben de hayran kaldım. Ama içten çürümenin kokusu hala tütüyordu şehrin üzerinde.

        Puşkin Meydanında, o büyük şairin heykelinin önünde komünistler yardım topluyordu ellerinde dövizlerle, 20 ruble bağışladım ben de onlara.

        Kudüs, Mekke üç semavi dinin mensupları için ne ifade ediyorsa; bir zamanlar Moskova da öyle bir şey ifade ediyordu komünistlere. Yine de “evim” dediği Moskova’da, dünyanın en dokunaklı, en şahane hasret şiirlerini İstanbul için yazdı Nazım Hikmet gözyaşları içinde. “İki şey var ancak ölümle unutulur/Anamızın yüzüyle, şehrimizin yüzü” dizeleri onundu zaten.

        *

        (Bu yazıdaki Esat Mahmut Karakurt’un Moskova röportajına dair bilgileri, Derya Bengi-Erdir Zat’ın “100. Yılında Cumhuriyet’in Popüler Kültür Haritası 2 (1950-1980)”, YKY kitabından aldım.)