Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Yazmaya dair bir deneme!
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Önceki yazımda İsveç’e hekim olarak gidip az bildiği İsveççe ve İngilizceyle yarım yamalak konuşmaktansa, anadili Fransızcayla “yazmaya” karar veren Michel Foucault’un “insanın tek gerçek vatanının, ayağını basabileceği tek toprağın, başını sokabileceği, sığınabileceği tek evin, çocukluğundan itibaren öğrendiği” anadili olduğunu söylediğini belirtmiş, bu vesileyle anadilimle olan macerama dair bir hikaye anlatmıştım size.

        Filozofla yapılan ve o yazıda andığım mülakatın kitabını okurken (“Güzel Tehlike”, Metis Yayınları; bu yazının içinde filozoftan yaptığım bütün alıntılar bu kitaptandır), yazdıklarım dışında bildiğim birçok yazarın yazı serüveni geldi aklıma; haliyle yazıyla tanışmada kişisel serüvenim de…

        *

        Türkçeyi öğrendikten hemen sonra yazmaya başlamadım. Birçok talebe gibi yazının hayatıma girmesi, derslerdeki kompozisyon ödevleriyle başladı benim de. Okulda Türkçe konuşmayı çok çabuk öğrendim. Ama filozofun da dediği gibi “yazmak konuşmaktan çok farklıdır”. Ona göre “kendimize ait bir yüzümüz olmasın, yazımızın altına saklanalım diye yazarız”.

        Bu “saklanma” birçok sonuca yol açar.

        Hayran olduğumuz birçok yazarla tanıştıktan sonra, genellikle hayal kırıklığı yaşamamızın sebebi belki de bu “saklanma”dır. Gerçek hayatta, gerçek yüzleriyle çıkarlar karşımıza yazarlar, eserlerinde ise sevdiğimiz yüzleriyle... Onların romanlarını, şiirlerini, hikayelerini, denemelerini okuduğumuzda onlara dair bir imge belirir zihnimizde; zamanla, o sanatsal ürünlerle hemhal olma halimiz ilerleyince o imge ya büyür ya da küçülür. Büyürse eğer, “hayranlık” ilişkisi başlar aramızda ve günün birinde karşılaşma umudunu beslemeye başlarız. Bu karşılaşma olduğunda da genellikle, zihnimizde oluşturduğumuz o imaj başka bir şekle bürünür. Ya yazarın konuşmasını beğenmeyiz ya kibirli görürüz ya ilgisizliğinden yakınırız ya da onu ne kadar sevdiğimizi bilmediğinden bize karşı yeterince samimi davranmadığını söyler uzaklaşırız ondan. Okurla yazarın karşılıklı muhabbeti ender zamanlarda dostluklara dönüşür.

        Foucault şöyle devam eder:

        Kâğıt yaprağının etrafındaki, yanındaki, dışındaki, uzağındaki hayat, eğlenceli değil sıkıcı ve kaygı yüklü olan, başkalarına gösterilen bu hayat gözümüzün önünde duran ve efendisi olduğumuz o kâğıt dikdörtgene dağılsın diye yazarız.”

        Bu yüzden yazı bir tür hayatla hesaplaşmadır.

        *

        Başkaları okusun diye yazdığım ilk metin, bir devlet dairesinde çalışan bir memur arkadaşımızın gece yarısı dairenin teksir makinesiyle çoğalttığı, korsan dağıtılmış “Halkımıza” başlığını taşıyan bir siyasi bildiridir. İlkokulu bitirdiğim 1977 yazında yaşı benden büyük, mahalleden komşum, lisede okuyan arkadaşım Veli’nin peşine takılarak, “Hakkari Halkla İlişkiler Derneği”ne gittim. İçerde bıyıkları yeni terlemiş, İspanyol paça pantolon, geniş yaka gömlek, üstüne daracık kazak veya süveter giymiş, favorileri kulak memelerinin altında, uzun saçlı, huzursuz, aceleci, sıska bacakları üzerinde yaylanarak kanatlanıp uçmaya hazır, hayalleri büyük, dünyaları küçük bir yığın gençle karşılaştım orada. Hepsiyle “yoldaş” oldum kısa sürede zarfında. Okumaya meraklı olduğum için, yazmayı da biliyordur mutlaka diyerek, korsan dağıttıkları bildirileri bir süre sonra bana yazdırdılar o dernekte tanıştığım siyasi abiler.

        “Dünyada iki sistem var, kapitalist sistem ile sosyalist sistem. Dünyanın her yerinde başlamış olan ulusal kurtuluş mücadeleleri Mozambik’te, Angola’da, Eritre’de olduğu gibi emperyalizme darbe üstüne darbe indiriyor.” Böyle başlıyordu yazdığım bildiriler. Mozambik, Angola, Eritre neydi, yenebilir şeyler miydi? Haritayı önüme koysalar yerlerini bulabilir miydim? Yukarıya aldığım cümlelere benzer cümleler standart bir kalıptı, ezberlenmişti, ben de hepsini peş peşe takıyor, iki cümleyle memleketin içinde bulunduğu durumdan dem vuruyor, bildirinin sonuna da majüskül harflerle peş peşe “kahrolsun” ve “yaşasın” diye başlayan birkaç slogan yazıyordum. Benim görevim yazmaktı; bildiriyi korsan yazıyor ama korsan dağıtmıyordum, bu işi başkaları yapıyordu.

        Bir çocuk tarafından yazılmış, çocuğun boyundan büyük, büyük büyük laflarla dolu, o çocuksu metinlere bakarak yazının büyüsüne kapıldım ilk defa sanırım. Okuması olmayan köylülerin eline sıkıştırılmış o bildirilere uzaktan bakıp, çoğu zaman yanlarına gidip “şu anda elinde tuttuğun bu yasak şeyi ben yazdım” demek istiyordum önüne geçemediğim bir istekle ama bu hem kendimi ihbar etmek olur hem de o sırada “ben” yok “biz” vardı her yerde. Yazının insanı kendine çeken büyüsü bu olsa gerekti.

        O sırada o çocuksu, naif bildirileri yazma görevini vermişlerdi bana ama başka şeyler de yazmak istiyordum. Peki neden yazmak isteriz? Önüne geçemediğimiz bu aşırı istek neden gelip bulur bizi? Foucault’nun bu soruya cevabı şöyledir:

        “Kâğıt yaprağının etrafındaki, yanındaki, dışındaki hayat, eğlenceli değil sıkıcı ve kaygı yüklü olan, başkalarına gösterilen bu hayat gözümüzün önünde duran ve efendisi olduğumuz o kağıt dikdörtgene dağılsın diye yazarız.”

        Bu birçok yazar için geçerli olan bir izah şekli olsa gerek. Ruhunda huzursuzluk kurdu dolanan, beyni huzursuzlukla karıncalanan, hayata başka türlü bir isyan bayrağı açmak isteyen; onun sırlarını, kendi sırlarıyla harmanlayarak, hepsini başkasının başından geçmiş gibi allayıp pullayarak ak kağıda geçiren yazar denilen büyücüyü, karşılaşır karşılaşmaz hayranının gözünde çoğu zaman “aksi, lanet” yapan şey, onun diğer yaratıklara pek benzememesidir biraz da. İşte bu büyücü, başkalarının beceremediği, “benzersiz”, biricik bir şeyi becerir; alimin deyimiyle “varoluşun değil bedenin de cevherini” ak kağıtlara aktarma hünerini...

        *

        Bunları yazıyorum ama ben yazar değilim ki! Ben; beni sevdiğim, hayranı olduğum, kitaplarını dönüp dönüp okuduğum o büyük yazarların mertebesine ulaştıracak hayal gücünden yoksunum ne yazık ki. Böyle bir hayal gücüm olsun ne kadar çok isterdim! Ama yok. Yoktan hikaye yaratamıyorum, durup dururken ayak üstünde hikaye uyduramıyorum yani. Herkesin yazdığı gibi de yazmak istemiyorum. Benden önce yazılmış olanların bir benzerine veya onlardan kat kat aşağılarda bir yerde gezinen başarısız bir esere kimsenin ihtiyacı yok zaten. O vakit, bildiğim türküyü söylemek daha yararlı bir iş gibi geliyor bana. Hayat, kurgudan daha cömerttir aramasını bilene. Bu yüzden mutlaka bir yaşanmışlık gelip buluyor beni veya bir başkasının yaşayıp yazdığı hikayeyi kendi amacıma malzeme yaparak bir yeni şeye dönüştürüyorum. Tanıklık edebiyatı mı, yaşadıklarım, gördüklerim sanatın gerçeğine çok yakın şeyler oldukları için mi, onları olduğu gibi anlatma kolaycılığı mı bilmem ama şu ana kadar yazdığım binlerce sayfayı bulan yazı hayatımda hayal gücüne yaslanmış, uydurulmuş çok az hikaye vardır. Çok eskiden beri bir romanım olsun isterdim. Yazdıklarımı okuyup “hadi romana yönel” diyen arkadaşlarımın sesini duymadan kendi sesime kulak veririm. Biliyorum, roman konusu olabilecek bir hikâyeyi hayatta tasarlayamam. Girişimlerim olmadı mı, oldu tabi ama şu ana kadar yazdığım hiçbir şeyi beğenmedim. Öteden beri kendimi bir yazardan çok bir tanık olarak gördüğüm günden beri bu halet-i ruhiyenin sadece bana ait olduğunu sanıyordum meğer, Foucault’nun da kendisiyle ilgili hissiyatı aynıymış:

        “Ben yazar değilim. (…) Kendimi hiç tereddütsüz yazmanlar, yazısı geçişli olanlar safına katıyorum. Yani, yazısı kendi dışında kalan bir şeyi, yazılmasa gizli değilse bile görünmez olmaya devam edecek bir şeyi işaret etmeye, göstermeye yönelik olanlar safına. Yazının büyüleyiciliği, benim için, her şeye rağmen işte burada yatıyor.”

        Alim daha ne desin!

        *

        Bir yazıya başlamak ne kadar sıkıntılıysa, aynı yazıyı bitirmek o kadar haz vericidir. O anlatılması güç hazzı yaşamak için çok büyük sıkıntılara katlanır yazarlar. Orhan Pamuk anlatmıştı bir gün; her sabah düzenli bir şekilde, sabahın çok erken bir saatinde, tıpkı bir memurun masasına oturması gibi çalışma masasına oturur, sekiz dokuz saat o masadan zaruri ihtiyaçlar dışında kalkmaz, günün sonunda bazen bir paragraf, bazen iki paragraf yazar, bazen payına bir cümle düşer, bazen de onca karalamalara rağmen dişe dokunur tek bir satır bile yazmadan akşam kalkar masadan. Bazen bir mucize olur, bir sayfa yazdığı ender günler de yaşar mesela. İşte o günün sonunda kendine bir hediye verir, ya bir arkadaşıyla akşam yemeğine çıkar ya da kendini bir sinema filmiyle ödüllendirir.

        Uzun solukla metinler yazan büyük yazarlar, çoğunun “çilehane” dediği evlerindeki yazı odalarında ömürlerini yazıya feda ederler. (Dostoyevski 59 yaşında, Balzac 51 yaşında, Kafka 41, Dickens 58, Joyce 59 yaşında ölmüş. Bizden Ahmet Hamdi Tanpınar 60 yaşında, Orhan Kemal 55 yaşında, Oğuz Atay 43 yaşında veda etmiş hayata. Sahi, yazı ömrü kısaltıyor mu ne?)

        *

        Foucault, “Buna rağmen yazma zevki diye bir şey var mıdır?” sorusunu sorar. Kendi sorusuna “bilmiyorum” cevabını verir alim. Zevki bir yana bırakalım kesin olan bir şey varsa o da kendini dayatan “büyük bir yazma zorunluluğudur” der. İşte bu “yazma zorunluluğunun” nereden geldiğini bir muammadır, hiçbir yazar bilemez. Hiç yazı yazmamış bir insan için ne kadar beyhude ne kadar boş ne kadar tatsız ne kadar akıl dışı ne kadar imkânsız bir iş aslında yazmak. Yazıyla bir ömür geçirmiş herkes için, hayatının tam olarak neresinde bu hissiyat gelip onu bulmuş bilmiyorum ama yazı bir “vazgeçilmezi” olarak hayatına girdiği andan itibaren hiç kimse iflah olmamıştır.

        Kanına yazı girmiş, her gün çalışma masasının başına geçip dişe dokunur, kendisinin beğeneceği birkaç cümle yazmaya çalışan bir yazarın durumu, denizin ortasına bırakılmış, iyi yüzme bilmeyen bir adamın çırpınışına benzer. Kulaç atmaya çalışır, kollarını sağa sola savurur, ayaklarını oynatır, boğulmamak için suyla boğuşup durur. Yazıyı bıraktığı anda boğulacağını, delireceğini bilir. Bu yüzden yazı, o azgın denizin ortasında boğulmamak için insana uzatılmış bir cankurtaranın elidir bir bakıma.

        *

        Yazıp yazıp sileriz. Sileriz tekrar yazarız. Bir yerlerde okuyup hafızama kaydettiğim Rudyard Kipling’in sözünü, bir kompozisyon dersinde kullanmıştım lise yıllarımda, hâlâ aklımda:

        “Yazıp çöp kutusuna attıklarımı biriktirseydim şimdi ünümün çok ilerisindeydim ama eğer bugün bu kadar ünlü bir yazarsam, yazıp çöp kutusuna attıklarım sayesindedir.”

        *

        Siyasi bildiri yazarlığından, okuldaki duvar gazetesi yazarlığına terfi ettim liseye geçince. 1980’li yılların başıydı, memleketimize televizyon yayını yeni gelmişti. Tek tük zengin evlerinde televizyon vardı. Evlerinde televizyon bulunan şanslı arkadaşlarımızdan, dışarıdan gelmiş bir banka müdürünün kızı her gün gelip gece televizyonda seyrettiklerini anlatıyordu bize. Ölümüne bir kıskançlıktı benimkisi… Bir gece de Yılmaz Güney’in “Acı” filmini göstermişlerdi. İşte buna dayanamazdım. Sonra o kız duvar gazetesine “televizyonun faydaları” üzerine bir yazı yazdı. Fırsatı yakalamıştım. Ben de oturdum, ona cevaben “televizyonun zararları” üzerine bir yazı yazdım. Hiç görmediğim bir şeyi, onu çok kıskandığım için zararlı addetmiş, tezimi güçlendirmek için de bin dereden abuk sabuk gerekçeler bulup beyaz kâğıda geçirmiştim. Her şeyden önce televizyon göze zararlıydı, bilmediğimiz ışınlar, kim bilir o güzelim gözlerimize ne yapıyordu! Yazıyı astılar panoya, sanırım evinde televizyon bulunan ender talebelerden birisi olan o kız, yazımın bir kıskançlık eseri olduğunu anlamıştı bana müstehzi müstehzi bakıp gülümserken.

        *

        Piyasada satılan bir dergide ilk yazım, 1983 yılında, Hakkari’de liseyi bitirip İstanbul’a gelince, o yılın sonbaharında Tanju Cılızoğlu’nun çıkardığı “Edebiyat’81” dergisinde yayınlandı. Vedat Günyol’un evinde kalıyordum, Ahmet Oktay’ın “Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi” kitabında “Zap” şiirini okumuş, nutkum tutulmuş, oturmuş, “Ahmet Oktay’ın Zap Şiirinde Yalnızlık İmgesi” gibi iddialı bir başlıkla bir yazı yazmıştım. O zamana kadar okuduğum şiir analistlerine özenmiş, tamamı taklit ve özenti acemice bir metin çıkmıştı ortaya. Hoca’nın daktilosuyla temize çekmiş, masanın üzerinde bırakmıştım. Hoca alıp okumuştu, o okurken başım önümde eğik, küt küt atan kalbimin atışlarını dinleye dinleye okumayı bitirmesini beklemiştim. Söyleyeceği söz benim için ya her şeyin başı ya her şeyin sonu olacaktı ya yazmaya devam edecektim ya da bu işlere hiç bulaşmayacaktım! Okudu, döndü, bana baktı gülümseyerek, “Güzel olmuş yazı, bunu bir dergiye verelim,” dedi şefkatle.

        Bu söze kadar, yüksek bir binanın tepesinden hızlıca aşağı doğru düşüyordum. Laf Hoca’nın ağzından çıkar çıkmaz aniden kanatlandım, yer çekimi falan çekip gitti, bizim oraların göğüne benzer bir göğün sonsuzluğunda kanat çırpıp süzülmeye başladım.

        Vedat Günyol, yazdığım yazıyı beğenmiş, şimdi bir edebiyat dergisine verecekti, uçmayıp da ne yapacaktım!

        Yazımın çıktığı derginin o sayısını nereden aldım hatırlamıyorum ama Cağaloğlu’nda bir yerdeydi, mevsim sonbahardı, dergi elimdeydi ama sanki dergi ismimin harflerinden oluşan büyük bir pankarta dönüşmüş, o pankart elimde, onu havaya kaldırmış, gelip geçen herkes benim adımı okuyordu o pankarttan.

        Yazı, bir yalnızın dilini daha çözmüştü.

        Çok kalabalıktım artık.

        *

        O halde bu denemeyi, modern İran edebiyatın en büyük yazarlarından Sadık Hidayet’in en mühim eseri “Kör Baykuş”tan aldığım şu paragrafla bitirelim:

        “Gitmeden önce; şu odanın köşesinde beni cüzzam ve çıban gibi dirhem dirhem yiyen dertleri kâğıda dökmek istiyorum. Çünkü ancak düşüncelerimi böyle düzenleyebilirim. Maksadım vasiyetname yazmak mı? Asla! Çünkü devlete bırakmak için ne bir malım ne de şeytana vermek için bir dinim var. Ayrıca yeryüzündekilerin benim için ne değeri olabilir ki? Hayat denilen şeyi zaten gözden çıkardım, bıraktım; elimden gitmesini istedim... Ben gittikten sonra canı cehenneme! İster birileri benim kâğıt parçalarımı okusun, ister sittin sene kimse okumasın! Sadece yazmaya ihtiyacım olduğu için yazıyorum. Ben muhtacım, düşüncelerimle hayali varlığım arasında bağ kurmaya her zamankinden daha çok muhtacım. Bu kandilin önünde duvarda eğilen, sanki her yazdığımı dikkatlice okuyup yutan, uğursuz gölgem için yazıyorum. Eminim, bu gölge benden daha iyi anlıyordur yazdıklarımı! Sadece beni konuşmaya zorlayan kendi gölgemle konuşabiliyorum. Sadece beni o tanıyabilir ve eminim, sadece beni o anlayabilir.”

        *

        Bu yazıyı okurken çok mu sıkıldın ey okuyucu?

        O halde şairden desturla “yaz geçer”!