Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca Barbie hayatı sorguluyor...
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bırakın sevmeyi, hayatımda tek bir kez bile Barbie bebeğe dokunmadım. Çocuklarına Barbie alan annelerle de pek işim olmadı sanırım. Ama Greta Gerwig’in filmi beni yakaladı. Şaşırdım ama gerçek bu. Çok eğlendim Gerwig’in meseleleri hem kadının hem insanın tarihinden verdiği anekdot ve göndermelerle süslemesinden çok keyif aldım.

        Beni nereden yakaladığını da söyleyeyim: Stanley Kubrick’in Space Odyssey : 2001 (Uzay Macerası 2001) filmine yaptığı muhteşem göndermeden.

        Filmde Barbie’nin tarihini anlatan bir dış ses var. Kız çocukları çöle benzeyen bir yerde ilkel bebeklerle oynarken, tıpkı Kubrick’in 2001 filminde maymunlara bilinç sıçraması yaşatan siyah monolitin belirdiği yerde -neredeyse aynı set- dev bir Barbie monoliti, pardon bebeği, beliriyor. O andan itibaren kız çocukları tıpkı monoliti gördükten sonra değişen primatlar gibi, ‘değişiyorlar’.

        Barbie’nin, küçük kız çocukları ve yetişkin genç kadınlar için ne kadar yıkıcı ve inşa edici, ‘culture maker’ bir figür olduğunu anlatmak için Kubrick’in 2001’indeki bu sekanstan daha iyisi olamazdı.

        KUBRİCK’İN PRİMATLARINDAN BARBİE’NİN KIZ ÇOCUKLARINA

        Kubrick’in primatları için o siyah monolit ne ise, o gelene kadar bez bebekle ya da lahana bebekle oynayan kızlar için Barbie oydu.

        Çünkü, Martin Heidegger’in bilinç kavramını açıklarken tarif ettiği şey oldu. Akıl bir nesneyi doğal durumundan çıkararak ona işlevsel yeni bir amaç yükleme becerisi geliştirdi.

        Stanley Kubrick’in Space Odyseey 2001’inde bu durum, monolitle karşılaştıktan sonra primatların etraftaki irice bir kemiğin başka bir işe daha yaradığını, bir avlanma, güç gösterme ya da cinayet aracı olabileceğini fark etmeleri ile anlatılır.

        Barbie’de ise, kadın şeklinde gökyüzünden inen devasa Barbie’yi gören kız çocukları annelik alıştırması yaptıkları gerçek insan bebeğine benzeyen klasik oyuncakları tıpkı primatların yaptığı gibi kırmaya başlarlar.

        Barbi’den sonra kızlar artık annelik güdüsünü geliştiren bebek gibi bebeklerle oynamayacak, “Oyuncak bebek” anlayışı değişecek, oyuncak kendisiyle oynanan bir nesne olmaktan çıkıp nesiller boyu kız çocuklarının zihinlerini kodlayan daha doğrusu kendisiyle oynayan çocuklarla ‘oynayan’ bir işlev kazanacaktır.

        Kubrick Uzay Macerası 2001’de bilinç sahibi canlının doğadan ayrılmaya başladığı, kendisinin farkını tefrik ettiği an nasıl bir andır? İnsan olmanın anlamı nedir? sorusunu soruyordu.

        Barbie absurd komedi tarzındaki alabildiğine ‘pembeli’ haliyle benzer bir soruyu soruyor: Bir kadının insan olarak kendisini çevreleyen koşullardan rollerden ayırabilmesinin -bu ister kurmaca bir cennet olsun isterse reel dünyanın kadına yüklediği anlamlar - kadının ‘insan’ olarak var olmasının yolu nedir?

        Barbie’nin fazlasıyla sığ ama pırıltılı cennetinde çatlak yaratan öz farkındalık sıçraması ‘ölümü’ düşünmesiyle oldu.

        Bütün bu ışıltı ya fâniyse, gelip geçici ise sorusu…

        Ölüm insanı insan yapan, hayatı hayat yapan en hakiki mesele.

        Ölümü düşünmek o kadar yaratıcı bir eylem ki, ‘Barbie’yi bile dönüştürdü. Fantezi ile gerçeklik arasındaki perdeyi inceltti, sonunda tamamen yırttı.

        SALONDAKİ TEK ERKEK

        Benim kuşağımdakilerin bebekleri sahiden minik insan bebekleri gibiydi. Barbie’ye çok benzeyen siyah deri pardesülü ve saçları meçli bir bebeğim oldu, ama annem saçları karışır diye bebeği sakladı. Artık gizli gizli kendisinin onunla oynadığından eminim.

        Barbie filmine de oğlumla gittim. Çünkü bu bir küresel kültürel fenomendi. (Hayatı öğrensin biraz) Ancak hedef kitle belli ki çocukken Barbie oynamış ya da kızına envai çeşit Barbie almak zorunda kalmış ve bazen onunla gizli gizli kendisi oynamış kadınlardı. Işıklar kapanıp film gongu çaldığında oğlumu bana eşlik etmeye zorladığım için kendimi ayıplamakla meşguldüm. Çünkü salonda her yaş grubundan kadın olmasına rağmen tek erkek oğlumdu. Film görsel anlamda göz yakan pembeliklere sahipti ve kadınlar için bile zorlayıcı olabilirdi. Ancak beklediğim gibi olmadı. Film bittiğinde ‘Ken’in ontolojik kriz’ anlarının oğlumun kuşağına da kırık dökük şekillerde de olsa bir şeyler ifade ettiğini anladım. Zira 60’lı 70’li yıllarda kadınların anlatmaya çalıştığı ‘ikinci planda kalma, cinsiyet eşitsizliğinin kadın aleyhine olan boyutları’ ne idiyse, yeni nesil erkeklerde başlayan derme çatma ‘Ama artık sürekli yargılanan ve olmadığı bir şey olmaya zorlanan biziz!’ hassasiyetinin filiz vermeye başlamış tohumları da benzer seyirde ilerliyor.

        HERKESİ TATLI TATLI DÖVÜYOR, EN BAŞTA BARBİE’NİN KENDİSİNİ…

        Barbie’yi iyi bir absürd komedi yapan da tam olarak bu. Aslında her yere yükleniyor ve herkese bir şey söylüyor. Kapitalizmin cinsiyet dahil herşeyi istismar edişinden iğrenenler lütfen buraya gelsin. Barbie’yi sevenler de. Barbie’den nefret ediyorsanız biliniz ki bu filmde Barbie’ye yükleniyoruz. Ken’in dışlandığını düşünenler varsa zaten haklılar, ama çözüm ataerkil çözümler olmamalı. Ama çözüm kesinlikle makyaj bile yapamayan huysuz feministler de değil. Zaten mesele kadınlık/erkeklik değil arkadaşlar, hepiniz gelin.

        Greta Gerwig kesinlikle zeki biri. Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşuna da, kuantum teolojisinin yaptığımız seçimler- kurduğumuz hayaller sonucunda oluşan paralel evrenlerde üst benliğimizin bizim için seçtiği avatarlarla yol aldığımızı ileri süren savlarına da, aynı düzeyde reverans yapmak her yiğidin harcı değil. Barbie’nin üst benliği onu yaratan Ruth Handler’dan başkası değil, ki yarı hayal yarı gerçek anlarda Ruth Handler’la karşılaşması ve onunla sohbet etmesi ve hatta ‘icazet’ istemesi de tesadüf değil.

        Hem eğlenceli, hem süslü, hem derinlik vaadi olan, hem de ‘yaa o kadar derin değil gelseneeee’ li bir film yapmış Gerwig.

        Entelektüellere de hitap etmiş, yaz sezonunu iyi hasılatla kapatacak sektör erbabını da sevindirmiş, filmin Dua Lipa’lı şarkıları da çoktan dolaşımda, ama benim favrorim Ken rolünde Ryan Gossling’in “I’m just Ken” şarkısı. Buraya bırakıyorum aşkitolarıms. (Bir adet Ryan Gosling the hidrojen peroksit )

        ÖLÜM FİKRİNDEN DOĞAN İNSAN

        Hızlı girdik biraz yavaşlayalım ve hikayeyi ve olay yerini tanıyalım. Aaa, elbette bol spoiler olacak, zira gecikmemizin sebebi güç olmasın diyeydi.

        Şöyle ki: Margot Robbie’nin canlandırdığı Barbie, ‘klişe Barbie’dir, bir nevi Havva gibidir, orjinal olandır. Kendisiyle aynı adı taşıyan ama zamanla başka nitelikler de kuşanmış -doktor, bilim kadını, şişman, siyah, başkan gibi nitelikleri olan- diğer Barbielerle bir arada yaşar. Aynı zamanda bu evrende adı Ken olan ve zamanla başka bazı farklılıklarla da -Çinli, Siyah vs- donanmış diğer Ken’lerle sürekli rekabet etmesi gereken bir de orjinal, klişe Ken vardır. Bu evrende başkan, Barbie’lerden biridir. Bu evrende fizik kuralları işlemez ve aynı Barbie bebek evlerinde olduğu gibi söz gelimi diş fırçası orantısız büyüklüktedir. Portakal suyu içilmez içilir gibi yapılır, fincanların ya da bardakların içi boştur. Ateş ve su yoktur, tek toprak beach’te temsil edilen plaj kumudur. Yerçekimi bağlayıcı değildir. Balkonundan uçarak iniş yapan Barbie kendisini şöför mahallinde buluverir. Bütün bir evren 4-14 yaş aralığındaki kız çocuklarının Barbie ile evcilik oynarken takındıkları ya da takınabilecekleri tavra göre dizayn edilmiştir.

        Barbie’nin ayakları topuklu ayakkabıdan çıktığında bile kıvrık durur, ayak tabanı yerle temas etmez. Her gün, plajda Ken’lerin Barbie’nin aşkı için birbirleriyle restleşmesine sahne olur ve yine her gün her kız çocuğunun rüyası olan kız arkadaşta yatıya kalma seremonisi ile yani pijama partisiyle biter. Her gün, Ken’in dudaklarını uzatıp tek bir öpücük alamaması ile sonlanır. Ancak düzen budur. Bu evren Barbie’nin evrenidir ve Ken’in var olması Barbie’ye bağlıdır. Kendi deyimiyle, “Var olmak için Barbie’nin ona bakması" gerekmektedir.

        Bugünlerden birinde, dans ederlerken Barbie diğer Barbie’lere “Hiç ölümü düşünüyor musunuz?” Diye sorar. Birden müzik durur, diğer Barbie ve Ken’ler dehşete düşer. Sırf bu soru sorulduğu için evrende çatlak oluşur. Artık duştan soğuk su akmakta, ekmek kızartma makinesinden yanık ekmek çıkmakta ve tabağı ıskalamaktadır. Barbie bu tür paradokslara neden olan şeyin kendisiyle oynayan çocuğun zor günler geçirmesiyle bağlantılı olabileceğini öğrenir. O kız çocuğunu bulmak için gerçek aleme gitmesi gerekmektedir, aksi takdirde cenneti çökecektir.

        Ken ise Barbie’ye gelmek için ısrar eder. İkilinin yoları gerçek dünyada ayrılır. Barbie kendisiyle oynayan kırılgan ve hüzünlü çocuğun çocuk olmadığını, Mattel şirketinde çalışan ve kızı tarafından sevilmediği için bunalımda olan üzgün bir anne/tasarımcı olduğunu görür; onun düşünceleri Barbie’ye transfer olmuş ve dehşet verici ‘ölüm’ düşüncesi iki evren arasındaki duvarı inceltmiştir.

        Ken ise gerçek dünyayı ‘erkeklerin’ yönetiyor olması karşısında büyülenir ve ‘İkinci planda kalma rolünün kader olmadığını kanıtlamaya, Barbie cennetini kendi ‘Kenergy’ si ile tanıştırmaya karar verir, bütün Ken’leri yeni düzene çağırıp ataerkil düzeni kurar. Barbie döndüğünde bütün Barbie’lerin “Stepford Wives”taki kadınlara dönüştüğünü görür. (Tabii, orijinal 1975 haline değil, 2004’teki versiyonuna )

        Önce bu evrenin kurtarılması gerekir, ama asıl mesele ondan sonrasıdır. Klişe Barbie, yani güzelliği dışında tam olarak bir niteliği mesleği ayırıcı özelliği olmayan ve şimdi yetersizlik duygusu içinde kıvranan Barbie kimdir, ne işe yarar ve gerçekte kim olmak istemektedir?

        BARBİE: SUÇLU MU KURBAN MI?

        İşin doğrusu film aynı anda pek çok görüşe laf/görüş yetiştirmeyi başarıyor. Barbie’nin feminist bir dünyayı temsil ettiği iddialarına sahip olanları iyice bir sindiriyor. Zira tamam ‘Barbie aya giden ilk kadındı” ama sırf farklı görünen Barbie’ler de yapıldı diye, ’Bakın kadın olarak Barbie her işi yapar, her yerde olabilir’ dediniz diye kadın varoluşu desteklenmiş olmuyor.

        Barbie’den sonra hiçbir kız çocuğu kendisini sevemedi, onun kusursuz güzelliğini rol model haline getiren normlar sıradan gözlüklü esmer ve kalın bacaklı genç kızlar için hep ‘cezalandırıcı’ oldu. Nitekim, filmdeki Barbie’nin gerçek dünyada yediği ilk dayak da bu oldu.

        Ancak tek başına Barbie’nin erkek egemen ve kadını ya ‘ürün’ ya ‘av’ olarak gören gören sistemin zihnindeki ‘kadın’ kodlarını çoğalttığını ve büyük harflerle ‘SUÇLU’ olduğunu söylemek de yanlış, zira o sadece bir oyuncak bebek ve görünen o ki, bir insan olsaydı o da mağdur, kaçak, sürgün ya da kurban olacaktı.

        Kaldı ki, Barbie’ye bayrak sopası sallayan radikal feminizmin kadın tasavvuru ‘anne’yi dahi ‘ataerkil bir düzenin unsuru’ diyerek reddediyor ( Bu ekol Sasha karakteriyle temsil ediliyor ) ve gerçek hayatta herşey onların istediği gibi olsa bu kez de bütün erkekler tek başına bir anlam ifade etmeyen ‘Ken’lerden oluşur ve cinsiyet eşitsizliği aynen devam eder sadece yönü değişirdi.

        Barbie’yi yapan üreten ve Barbie’nin her halini sömürmeye devam eden bir şirket olarak Mattel tam manasıyla yerin dibine sokuluyor. CEO’sunun ve etrafının şımarıklığı ve aptallığı epey hedef tahtası yapılıyor, çocukluktan itibaren kadın kimliğinin oluşumuna yön veren bu figürü para basma aracı yapan şirketin yönetim kurulunda tek bir kadın bile olmaması itinayla altı çizilen bir unsur.

        BARBİE AYAK UYDURUR

        Filmin senaryosu, kadın neye ve kime benzerse hem güzel hem akil hem özgür hem seksi hem saygın olur gibi soruların peşinden gitmek için fazla büyük ve kontrol edilemez bir dünyada olduğumuzu düşünüyor.

        Kontrol edebileceğimiz tek şey, ki o da eğer şanslıysak, kendimiziz.

        Barbie olanca pembeliği üzerimize boca ederken ister Barbie ol ister Ken, ister birlikte olun isterseniz ayrı , herkesin tek başına ‘insan olma’nın anlam ifade ettiği bir hayatı hakettiği mesajını vermeye çalışıyor.

        Fantezi cennetinden insanın gerçekliğine doğru yol almak, gerekirse o çirkin düz tabanlı terliklerden de giymek isteyen bir Barbie’ye doğru gidiyoruz nitekim. Tarikat yurdunda yıllarca kalıp ayrıldıktan sonra istediği saatte çay içmeyi bile süper bir deneyim olarak algılayan kızlar gibi ‘gerçekliğe’ yani spontanlığa, belirsizliğe koşuyor Barbie. Artık pembe giymiyor ama, umutlar hala pembe.

        Oysa gerçek hayatta Mattel hala Mattel. Vantuzlarını bulduğu her yüzeye yapıştırmaya devam edecek ve bir kolu bile koparılmış değil.

        Barbie’nin ona itiraz etmiş, ondan kaçmış, onu sorgulatmış olması bu sonucu değiştirmiyor.

        Ancak…

        Kadınlar 'Mattel' gibi beyaz eldivenli istismarcılara rağmen asırlardır ayakta kalmayı başarıyorlar.

        Kimi zaman fantezinin, hayal dünyasının, kimi zaman inancın desteğiyle, kimi zaman gerçek dünyada köklenerek, bazen tam tersine köklerinden sıyrılarak.

        O yüzden Zizek’in ‘Barbie hakikatle başa çıkamaz” derken kastettiği şeyi anlıyor ama katılmıyorum.

        Kadınlar sadece bir hafta içinde hem tapınılacak bir put, hem yakılacak bir cadı, hem ayakları altına cennet serilen anne, hem taşlanacak bir şeytan, hem teslim olunan bir melek muamelelerinin hepsine birden muhatap kalabilir; aynı anda doktor, gazeteci, öğretmen, üstelik her dem ailenin gardiyanı ve hizmetçisi rollerini de idame edebilirler. Bugüne kadar başa çıktıkları hakikat aşağı yukarı böyle bir şey.

        Barbie ayak uydurur diyorum ben.