Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi İklim Krizi (Uluslararası İlişkiler) Nedir?

        Yeryüzünün ortalama sıcaklığının Sanayi Devrimi öncesi döneme göre artması sonucunda meydana gelen duruma, küresel ısınma ve bu durumun yarattığı krize de iklim krizi denir. Sıcaklık artışının neden olduğu küresel iklim değişikliğinin sosyal, ekonomik ve ekolojik etkilerinin yaygınlığı ve ortaya çıkan acil durum nedeniyle günümüzde küresel bir iklim krizinden söz edilmektedir. İklim krizinin etkilerinden öncelikli olarak iklimin değişmesindeki payı düşük olan az gelişmiş ülkelerin, ada devletlerinin ve toplumun yoksul ve dezavantajlı kesimlerinin zarar görmesi, en büyük zararı ise gelecek kuşakların ve insan dışı canlı türlerinin görecek olması nedeniyle mesele aynı zamanda bir çevre ve iklim adaleti sorunu olarak tanımlanmaktadır.

        Güneş'ten gelen enerjinin yeryüzünden yansımasıyla oluşan ısıyı tutarak geri yansıtan ve böylece yeryüzünü ısıtan sera gazları, atmosferde eser miktarda bulunur. Tüm sera gazlarının dörtte üçünü oluşturan karbondioksidin atmosferdeki yoğunluğu yılda 2-3 ppm (parts per million) artarak 2020 yılında 418 ppm'e ulaşmıştır. Karbondioksidin Sanayi Devrimi öncesi düzeyi 280 ppm civarında sabittir. Sanayi Devrimi öncesi döneme göre %50'ye ulaşan bu artış, iklimi ısınma yönünde zorlamaya yeterlidir. Karbondioksidin artışı tamamen ekonomik faaliyetler için fosil yakıtların (kömür, petrol, doğal gaz) yakılmasına ve ormansızlaşma başta olmak üzere toprak kullanım değişikliklerine bağlıdır. Fosil yakıt kullanımı kaçınılmaz olarak karbondioksit emisyonuna neden olur ve diğer kirleticilerin zararsızlaştırıldığı teknolojiler karbondioksidi tutamaz. Metan ise başta hayvancılık olmak üzere tarımsal faaliyetlerden, atıklardan ve fosil yakıt üretiminden kaynaklanır. Enerji üretimi ve tüketimi, sanayi (özellikle demir-çelik ve çimento üretimi), gıda, ulaşım ve barınma (inşaat ve konutlarda enerji tüketimi) sera gazı emisyonuna neden olan başlıca insan etkinlikleridir. Emisyonların iklim değişikliğini kontrol altına alacak ve etkilerini azaltacak düzeyde düşürülmesi bu alanlarda karbonsuz yöntemlere yönelmekle ve enerjinin tasarruflu ve verimli kullanılmasıyla mümkündür. İklim değişikliğiyle mücadele için nihai olarak ekonominin fosil yakıtlardan bütünüyle arındırılması, tüketimin azaltılması, yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçilmesi, doğanın korunması ve onarılması gerekmektedir. Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli'ne (IPCC: Intergovernmental Panel on Climate Change) göre küresel sıcaklık artışını tehlikeli 1,5 dereceye ulaşmadan önce durdurmak için küresel emisyonları 2030'a kadar yarıya indirmek ve 2050'de sıfırlamak gerekmektedir.

        İklim krizinin kapsamı bir çevre sorunu olmanın da ötesindedir. İklim kriziyle su sıkıntısı, gıda güvencesinin ortadan kalkması, enerji politikaları, küresel sağlık tehditleri, ekonomik ve siyasi sorunlar iç içedir. Ancak iklim kriziyle mücadelenin politika çerçevesi, büyük ölçüde uluslararası çevre rejimlerinin bir parçasıdır. Uluslararası çevre rejimleri sınır aşan hava kirliliği, tehlikeli atık ticareti, biyoçeşitlilik kaybı, ozon tabakasının incelmesi, çölleşme ve iklim değişikliği gibi uluslararası nitelikteki çevre sorunlarıyla mücadele için başvurulan, konuyla ilgili işbirliğini ve çok taraflılığı dinamik ve kalıcı hale getirmeyi amaçlayan yönetişim modelleri olarak, büyük ölçüde 1972 Stockholm İnsan ve Çevre Konferansı'ndan sonra geliştirilmeye başlamıştır. Uluslararası toplumun bütününün çevre sorunlarından zarar görebilmesi ve sorunu tek bir ulus devletin ya da uluslararası aktörün çözmesinin mümkün olmaması nedeniyle devletler çok taraflı müzakereler ve anlaşmalar yoluyla çok aktörlü bir rejim kurarlar. Uluslararası iklim rejimi, çevre rejimleri içindeki en karmaşık ve çevre diplomasisinin en dinamik olduğu örnek sayılabilir.

        Uluslararası iklim rejimi iki kutuplu dünyanın sona erdiği, küreselleşmenin belirleyici hale geldiği ve uluslararası ilişkilerde iyimserliğin hakim olduğu bir dönemde kurulmuştur. Sorunun dünya gündemine geldiği ve bilimsel uzlaşmanın sağlandığı 1980'lerde başlayan çabalar, 1992'de İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nin (UNFCCC: United Nations Framework Convention on Climate Change) hazırlanmasıyla sonuçlanmış, bugün bütün ülkelerin taraf olduğu bu anlaşma kapsamında 1997'de Kyoto Protokolü ve 2015'te Paris Anlaşması kabul edilmiştir. Çerçeve Sözleşmesi'nin amacı "atmosferdeki sera gazı konsantrasyonlarını, iklim sistemi üzerindeki tehlikeli insan kaynaklı etkiyi önleyecek bir düzeyde durdurmayı başarmak" olarak tanımlanır. Sözleşmenin temel ilkeleri hakkaniyet, ihtiyat ilkesi ve kalkınma ile iklim değişikliğinin birbirine bağlı olduğunun kabulüdür. Kyoto Protokolü, bu amaca sayısal bir hedef kazandırmış, gelişmiş ülkelerin toplam sera gazı emisyonlarını 2008-2012 arasında 1990 seviyesine göre %5 azaltmasını öngörmüştür. Oldukça yetersiz bir hedefe sahip olan, en önemli kirletici olan ABD'nin taraf olmaması ve ülkelerin taahhüt ettikleri azaltımı sınırları dışına taşımalarına olanak tanıyan esneklik mekanizmaları nedeniyle etkinliği daha da tartışmalı hale gelen Kyoto Protokolü'nü takip edecek yeni dönemle ilgili çok taraflı müzakereler yıllarca sonuçsuz kalmıştır.

        Paris Anlaşması, gelişmekte olan ülkelerin de sera gazı azaltımına katkıda bulunmayı kabul etmeleri sonucunda rejimdeki farklılaşmanın önemini kaybetmesi ve Kyoto Protokolü'ndeki yukarıdan aşağıya bağlayıcı rejim mimarisinin aşağıdan yukarıya ve büyük ölçüde gönüllü bir hale getirilmesiyle 2015'te kabul edilmiştir. Anlaşmanın kabulünde dönemin ABD yönetiminin Çin ile anlaşması, böylece küresel emisyonların %40'ından sorumlu iki ülkenin başı çekmesi etkili olmuştur. Paris Anlaşması'nın hedefi ortalama küresel sıcaklık artışını Sanayi Devrimi öncesi döneme göre 2 derecenin çok altında sınırlamak ve 1,5 derecede tutmak için çabaları artırmaktır. Paris Anlaşması bu hedefe ulaşmak için alınacak önlemlerin insan haklarına, cinsiyetler arası eşitliğe, iklim adaletine ve ekosistem bütünlüğüne uygun olmasını öngörür ve gıda güvenliğine, sağlık hakkına, yerli toplulukların ve dezavantajlı grupların haklarına özel vurgu yapar. Paris Anlaşması'nda bütün ülkeler için genel bir sera gazı azaltım hedefi yoktur ancak ülkelerin kendi hazırlayarak UNFCCC'ye teslim ettikleri Ulusal Belirlenmiş Katkılara (NDC: Nationally Determined Contributions) referans verilir. Yapılan çalışmalar Paris Anlaşması çerçevesinde verilen katkı beyanları bütünüyle yerine getirilse bile küresel sıcaklık artışının yüzyıl sonunda 3 ila 3,2 derece artacağını göstermektedir. Küresel sera gazı emisyonlarındaki artış bugünkü düzeyde sürerse yüzyıl sonundaki ısınmanın yaklaşık 4,5 derece olacağı, Paris Anlaşması öncesi katkılarla ise 3,6 derece civarına düşürülebileceği göz önüne alındığında Paris Anlaşması'na verilen taahhütlerin ne kadar yetersiz olduğu anlaşılabilir. Paris Anlaşması ülkelerin her beş yılda bir taahhütlerini artırmasını, şeffaf bir takip mekanizması geliştirilmesini ve gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere finansal yardım yapmasını öngörür. Anlaşmanın etkili olabilmesi için hem taahhütlerin 3 ila 5 kat artırılması hem de son yıllarda emisyonları hızla artan ancak karbonsuz bir ekonomiye yönelik enerji dönüşümüne yeterli kaynak bulamayan gelişmekte olan ülkelere ciddi düzeyde finansal ve teknolojik destek sağlanması gerekmektedir. Uluslararası iklim rejiminin sürükleyicilerinden olan Avrupa Birliği'nin 2019'da kabul ettiği Avrupa Yeşil Düzeni politikalarının önümüzdeki dönemde etkili olması beklenebilir. Ancak Paris Anlaşması'ndan ayrılma kararı veren yeni ABD yönetiminin, yeterli taahhütlerde bulunmayan Kanada, Avustralya, Japonya, Rusya gibi büyük kirleticilerin ve ekonomileri fosil yakıtlara bağımlı bir şekilde hızla büyüyen gelişmekte olan ülkelerin iklim eylemine yönelik çabalarını artırmamaları halinde Paris Anlaşması hedeflerine ulaşılması mümkün görünmemektedir.

        Türkiye, OECD ülkesi olduğu için Çerçeve Sözleşmesi'nde Ek-1 ülkeleri arasında yer almış ancak bu gruptaki gelişmiş ülkelerle aynı şartlar altında değerlendirilmek istemediği için Sözleşme'ye ve Kyoto Protokolü'ne oldukça gecikmeli olarak, sırasıyla 2004 ve 2009'da taraf olmuştur. Paris Anlaşması'nı, imzaya açıldığı 22 Nisan 2016'da imzalayan Türkiye, Ek-1 listesinde yer aldığı için uluslararası iklim finansmanından yeterince yararlanamadığı gerekçesiyle uzun süre Paris Anlaşması'na taraf olmayan tek G20 ülkesi olmuştur. Takiben 6 Ekim 2021'de TBMM'nin Türkiye'nin Paris Anlaşmasını Onaylamasına Dair Kanun'u oy birliğiyle kabul etmesinin ardından Anlaşma'ya taraf olmuştur. Sözleşme'ye geç katıldığı için Kyoto Protokolü'nde bir yükümlülüğü bulunmayan Türkiye, Paris Anlaşması öncesinde sunduğu Ulusal Belirlenmiş Katkı Beyanı'nda sera gazı emisyonlarını referans senaryoya göre beklenenin %21 altında artırma taahhüdünde bulunmuş ve Paris Anlaşması'na da Ulusal Katkı Beyanı'yla katılmıştır. Ancak hükûmet Paris Anlaşması'na taraf olma kararıyla birlikte 2053'te Net Sıfır Emisyon hedefini de açıklamıştır. Bu nedenle Türkiye'nin yeni bir Ulusal Katkı Beyanı hazırlayarak Sekretarya'ya sunması beklenmektedir. Zira sera gazı emisyonlarını 2030'da 2015 seviyesinin %40 üzerine çıkarmak anlamına gelen mevcut taahhüt uluslararası kuruluşlar tarafından azaltım çabası olmadan da ulaşılacak artış düzeyinden farksız ve bu nedenle yetersiz bulunmaktadır. Türkiye'nin iklim politikaları bugüne dek daha çok her yıl yayımlanan sera gazı envanterlerinin geliştirilmesi, eylem planları, eğitim çalışmaları, karbon ticareti mekanizmalarını kurmaya yönelik projeler ile yenilenebilir enerjinin ve enerji verimliliğinin teşviki gibi ulusal çabalardan ve yerel yönetimlerin iklim eylemine katılması için başlatılan çalışmalardan oluşmaktadır. Halen küresel karbon emisyonlarının %1,2'inden fazlasından sorumlu ve kişi başı emisyonları dünya ortalamasının üzerinde olan hızlı büyüyen bir ülke olarak Türkiye'nin özellikle enerji dönüşümüne yönelik politikalarını güçlendirmesi ve Paris Anlaşması'na taraf olmasının ardından Türkiye'nin 2053'te Net Sıfır Emisyonu'na uygun orta ve uzun vadeli hedefler ve yol haritası hazırlaması beklenmektedir. 

        YAZAR

        Ümit Şahin