Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Osmanlı Devletinde gayrimüslim dini cemaatlerin kendi hukuk sistemini uyguladığı bir idari ve hukuki yapıya işaret eder şekilde kullanılan bir kavramdır. Kavramın içerdiği belirtilen hukuki yapı Osmanlı Devletinin kuruluşundan sona ermesine kadar aynı kalmamıştır. Otonom hukuki yapıya sahip gayrimüslim cemaatlere devletçe izin verildiği ve böyle bir sistemin kuruluştan itibaren var olduğu şeklindeki kanaat zaman içinde yaygınlaşmış ve Osmanlı Devleti başlangıçtan itibaren çok hukukluluğun örneği olarak aktarılmıştır. 

        İslamiyetin yayılması ile birlikte asırlar içerisinde ortaya çıkan İslam devletleri, fethettikleri yerlerde İslami bir devletin hakimiyeti altında yaşamayı kabul eden gayrimüslimlere (ehl-i kitap) İslam hukukunun prensipleri çerçevesinde bir hukuki statü tanımışlar ve bu uygulamayı yüzyıllar boyunca istikrarlı bir şekilde devam ettirmişlerdir. Zimmet hukuku olarak ifade edilen bu statüde İslam devleti sınırları içerisinde devletin egemenliğini kabul ederek yaşamak isteyen ehl-i kitap gayrimüslimler (zimmiler), kural olarak cizye ödemeyi kabul etme karşılığında can, mal ve ırz teminatını elde etmektedir. İslam hukukunun temel prensiplerinden olan mülkilik ilkesine göre, İslam devleti sınırları içerisinde yaşayan herkese, dini ne olursa olsun, İslam hukuku uygulanır. Darülislamda (İslam ülkesinde) kaza (yargılama) yetkisi yalnızca İslam mahkemelerine ait olup İslam devletinin yargılama yetkisinin gayrimüslimleri kapsamadığı yolundaki iddialar gerçekle mutabık değildir.

        "Dinde zorlama yoktur" ilkesi İslamiyetin din ve vicdan hürriyeti konusunda tesis ettiği temel prensip olup İslam devletleri din olarak kabul ettikleri şeyleri icra etmede Yahudi ve Hristiyanları serbest bırakma prensibini ilke olarak korumuşlardır. Hukuki açıdan darülislam halkından sayılan zimmiler dini akidelere (inançlara) dayanmayan hukuki meselelerde müslümanlarla aynı esaslara tabidirler. İslamiyet, ilga ettiğini bildirdiği semavi dinleri (Yahudilik ve Hristiyanlık) kendisi ile eşit seviyede tutmaz. Literatürde "gayrimüslimlerin kendi hukuklarına tabi oldukları" şeklindeki açıklamaları ancak dini akidelere ilişkin ayin ve ibadet serbestisi çerçevesinde anlamak isabetli olur. Gayrimüslim cemaatlerin otonom hukuki yapılar olarak, devlet içinde devlet oluşturacak boyutlarda bir serbestiyetten istifade ettikleri şeklindeki yaygın kanaat, birinci el kaynaklar dikkate alındığında isabetli durmamaktadır. Bir İslam devleti olarak Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan itibaren İslam hukukunun bu konudaki prensiplerine göre hareket etmiştir. 

        İstanbul'un fethi ve ardından Hristiyan ve Yahudiler için dini önemi olan yerlerin ele geçirilmesiyle gayrimüslim nüfus, devlet içerisinde azımsanmayacak bir boyuta ulaşmıştır. Ortodoks dünyasının önemli dini merkezlerinden olan İstanbul Patrikliği, Kudüs, Mısır ve İskenderiye Patriklikleri, Eçmiyazin ve Kıbrıs Başpiskoposluğu gibi yerlerin Osmanlı hakimiyeti altına alınmasıyla birlikte kilise teşkilatının devletin hukuk sistemi ile çatışmayacak bir şekle sokulması ve uyumlulaştırılması meselesi önem kazanmıştır. Yahudilerin Macaristan, Fransa, Portekiz ve Güney İtalya'dan göçleri ve Balkanlar'ın fethi neticesinde önemli sayıda bir Yahudi nüfus Osmanlı devleti içerisinde yer almıştır. Bir taraftan Yahudi hukukunun katı yapısı ve bu din mensuplarının içinde yaşadıkları devlette bile olsa başka hukuk sistemlerine müracaat ederek haklarını aramaları halinde aforoz (cemaat dışına atılma) tehdidi ile karşılaşmaları neticesinde yetkili Osmanlı makamlarına müracaattan kaçınması, diğer yandan kilise hukukunun yüzyıllar boyunca işlenerek kendine özgü sistematik bir yapı kazanmış olması ve bunu devam ettirmeye yönelik gayretleri dikkate alındığında bu yapıların Osmanlı (İslam) hukuk sistemi ile uyumlu hale getirilmesi zarureti ortaya çıkmıştır. 

        Osmanlı İmparatorluğunda şer'i hukuk esastır, bu hukuk sisteminin öngördüğü istisnai bir kaç uygulama dışında gayrimüslimlerin tüm muameleleri bu hukuka tabidir. Aynı durum Osmanlı hukukunun örfi kısmı için de geçerlidir. Çıkarılan kanunnameler genel (tüm tebaayı kapsayıcı) nitelik taşır. Kanunnameler gayrimüslimler için ayrı hüküm koymadıkça düzenledikleri meselelerde herkes için geçerlidir. Dinlere göre bir farklılık ortaya çıkmaz. Gayrimüslimlerin ayin ve ibadet konusundaki dini imtiyazları devletin bu hususta verdiği imtiyaz beratları ya da patriklik ve metropolitlik beratlarında açıkça yer almaktadır. Bu imtiyaz beratlarında kazai (yargısal) muhtariyete ya da adli otonomiye işaret eden bir düzenleme yer almamaktadır.

        Osmanlı devletinin konuya ilişkin uygulamalarını içeren birinci el kaynaklara bakıldığında, örneğin İstanbul'un fethi akabinde Galata zimmilerine verilen ahitnamenin, ayin ve ibadet serbestliği tanıyan, kimsenin zorla müslümanlaştırılmayacağını, yeni kilise yapılamayacağını, cizye ödemek kaydıyla güvenliklerinin sağlanacağını öngören bir mahiyet taşıdığı görülür. Bu metinde gayrimüslimlere hukuki otonomi verildiğini gösterir hiçbir ifade yer almamaktadır. Keza Metropolit Kanunnamesi de ana hatlarıyla ayin ve ibadet serbestisi, ibadet mekanlarının statüsü, ödenecek vergilere ilişkin düzenlemeler içerir. 1516 tarihli Semendire Eflakleri Kanunnamesinde "despot kanunu"nun kaldırılıp şer'i hukukun icra edilmesiyle ilgili hüküm meselenin gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır. Bu hükümde yer alan "despot kanunu" ifadesi kilise hukukuna işaret etmektedir. Kanunname bunun ilga edildiğini ve gayrimüslimlere ilişkin davaların kadılar tarafından hükme bağlanacağını düzenlemektedir. 

        Katı Yahudi hukuku çerçevesinde örgütlenmiş çok sayıda hahambaşılık ve ciddi bir hiyerarşik teşkilata sahip kilise yapısının bir devlette (çok sayıda mezhep ve cemaat farklılıkları dikkate alındığında) kontrolü mümkün olmayacak idari ve hukuki problemlere yol açması kaçınılmazdır. Kural olarak merkezi bir devlet niteliği taşıyan Osmanlı İmparatorluğu'nun, bünyesinde yer alan Yahudi, Rum, Ermeni, Melkit, Süryani, Keldani, Maruni, Kıpti vb. farklı din ve mezheplere mensup gayrimüslimlerin gerek Müslümanlarla gerekse birbirleriyle olan münasebetlerini, bunların her birisine hukuki otonomi vererek çözmesi elbette mümkün değildir. Osmanlı devleti tüm bu grupları İslam hukukunun prensipleri çerçevesinde din hürriyetine azami gayret göstererek kendi hukukuna göre yönetmiştir. 

        Konunun olduğundan farklı biçimde yansıtılmasının bir nedeni birinci el kaynaklarda cemaat liderlerine yetki tanıyan ifadelerin ne anlama geldiği araştırılmadan çok geniş otonom yetkiler içeren hükümlermiş gibi aktarılmasıdır. Örneğin "ayinleri üzere tedip" yetkisinin, cemaat liderlerine kendi cemaat mensupları üzerinde geniş bir cezalandırma yetkisi tanıdığı yolundaki kanaat bunlardan birisidir. Bu yetki literatürde anlatıldığının aksine maddi cezalandırma değil daha çok dini kurallara karşı lakayt davrananlara uygulanacak dini mahiyetteki müeyyidelerle ilgilidir. Bunlar da aforoz etme, kiliseye kabul etmeme, ölen cemaat mensubunun cenazesini kaldırmama gibi hususlara ilişkindir. 

        Gayrimüslim ruhani liderlere verilen ve birinci el kaynaklar olan patriklik ya da imtiyaz beratlarında kullanılan terminoloji, kendilerine tanınan yetkilerin hukuki mahiyeti hakkında açıklayıcı nitelik taşır. Kadılara yargılama yetkisi verildiğini gösteren "taht-ı kazanızda olan" ifadesi patrik ve metropolitler için kullanılmaz. Gayrimüslim cemaat liderlerine tanınan yetki "taht-ı iltizamınızda olan" şeklinde ifade edilmiş olup bir idari görevin üstlenilmesi anlamındadır. Bu kullanım biçimi tüm Osmanlı yazışmalarında başlangıçtan itibaren istikrarlı bir biçimde devam ettirilmiş olup herhangi bir sapmanın varlığını gösterecek bir delil bugüne kadar ortaya konulabilmiş değildir. Kadılar bir davayı "hall ü fasl" ederken gayrimüslim cemaat liderleri ancak bir anlaşmazlığı "ıslah" edebilirler. "Hall u fasl" bir davayı kesin hükme bağlamak anlamına gelirken, "ıslah" bir uyuşmazlığın taraflarını barıştırma anlamına gelir. Burada da gayrimüslim cemaat liderinin manevi otoritesinden yararlanma düşüncesi vardır. Birinci el kaynaklarda yer alan ve patrikler için kullanılan "istiklal-i memuriyet" ifadesi patriğin devlete karşı bağımsız ve müstakil olması anlamında olmayıp cemaat mensuplarının görevini icra ederken patriğe müdahale etmemesi anlamındadır. 

        Dinin aynı zamanda hukuk olduğu dikkate alındığında o dönemde işin zorluğu daha kolay anlaşılacaktır. Osmanlı devleti, bir yandan zimmet statüsünün temeli olan cizye uygulamasını son yıllara kadar devam ettirmiş, diğer yandan iltizam sisteminden yararlanarak farklı hukuki kuralları olan cemaatleri kendi hukuk sistemi içine alabilmiştir. İltizam sistemiyle cemaat liderlerinin kendi dinlerinden kaynaklanan vergi toplama yetkilerini kontrol altına alarak elde edilecek gelirlerin kontrolsüz kalmasını önlemiş, devlet hem gayrimüslim tebaadan haksız vergi toplanmasını önlemiş hem de cemaatlerin mali açıdan güçlenip zenginleşerek kendisine rakip olabilme ihtimalini bertaraf etmiştir. 

        Osmanlı Devleti kendi tebaası olan gayrimüslimler konusunda İslam hukukunun temel prensiplerini esas alıp bunları sistematize bir biçimde dizayn etmiş ve gayrimüslim cemaatlerin egemenlik hakkına halel getirecek biçimde hakimiyet sembolleri kullanılmasına izin vermemiştir. İbadet serbestisi tanırken yüksek sesle veya gösterişli biçimde ayin icrasına izin vermemiş, çan çalmayı yasaklamış, yeni ibadethaneler inşası konusunda yine İslam hukukunun prensipleri çerçevesinde bir yerin sulh yoluyla mı savaş yoluyla mı alındığına göre karar vermiştir. Sulh yoluyla alınan yerlerde yeni ibadethane inşasına izin verirken savaş yoluyla alınan yerlerde bu izni vermemiştir.

        Osmanlı devleti uygulamasında "millet sistemi" çok hukuklu bir yapının değil İslam hukuku prensipleri çerçevesinde çok kültürlü bir yapının tesisi anlamına gelir. 

        YAZAR

        M. Macit Kenanoğlu