Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Sekülerleşme Nedir?

        Sekülerleşme, modernleşme süreciyle birlikte gündelik yaşamın dini içeriğinden arındırılması olarak tanımlanmaktadır. Sosyoloji kurucu babalarının 19. yüzyıl boyunca Batı Avrupa'da ortaya çıkan toplumsal ve siyasal gelişmelere yönelik değerlendirmeleri, yani Avrupa'ya özgü deneyimlerin dinin söz konusu bu toplumlarda ne türden bir yönelim seyrettiğine dair görüşler ortaya koymalarını sağlamıştır. Uyguladıkları çeşitli yöntemlerle dinin varlığı konusunu modernleşme süreciyle birlikte ele alırken, dinin geleneksel toplumdaki yapısının değişmekte olduğu yönünde hakim bir kanaat oluştuğu gibi, örneğin Karl Marx'ın (ö. 1883) yaklaşımında açıkça görüldüğü üzere, arzu edilen sınıf temelli toplumsal değişimin gerçekleşmesi amacıyla din'den mutlaka uzaklaşılması gerektiğine vurgu öne çıkmaktadır.

        Bu noktada, dinden kasıt Hristiyanlık olurken, sekülerleşmeye konu olan gelişmeler de aslında Hristiyanlık dışına çıkma olarak adlandırılan de-Christianization olgusunun doğrudan bir sonucu olarak zuhur etmiştir. Kavramın bu şekilde gelişme göstermesinde, sadece 19. yüzyılda değil, 20. yüzyıl ikinci yarısında da Avrupa ve ABD'de yapılan araştırmaların Hristiyanlık olgusu üzerinden gerçekleştirilmesinin rolü büyüktür.

        Bu gelişmeler kavramın, Avrupa tarihsel ve geleneksel yapısında ortaya çıkan toplumsal değişimlerin bir ürünü olduğuna ve bu kıtada bilimsel araştırmalarla ortaya konulan dinin toplumsal varlığını, değişimini ve modernleşme ile olan ilişkisini anlama çabası ile ilişkisine işaret etmektedir. Ayrıca dinin tanımından ve toplumlar için öneminden ve yerinden başlayarak teori ve pratiğine varıncaya kadar Avrupa merkezli bir belirlenimciliğe konu olduğuna dikkat çekilebilir. Ve bu noktada, Avrupa'da din üzerine ortaya konulan gelişmenin tüm toplumlar için belirleyiciliği ve kaçınılmazlığı gizli/açık vurgulanmaktadır.

        Bununla birlikte, sosyolojik bir olgu olarak din, bireysel ve toplumsal ilişkilerde aidiyet ve görünürlüklerin sergilenmesi şeklinde değerlendirilirken, 19. yüzyıldan itibaren temel tartışma konusunu modernleşen ve modernleşmekte olan toplumlarda dinin gerçekten varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği ve sürdürecekse bunun hangi boyutlarda ortaya çıkacağıyla ilgili olmuştur.

        Bu noktada Din Sosyolojisi'nin ana çalışma konusunu teşkil eden sekülerleşme, tüm çelişkilerine rağmen, ortaya çıkması beklenen ya da beklenmeyen neredeyse tüm süreçler noktasında gizli/açık bağımlı bir kavram olarak gündemde yer almaktadır. Bu çerçevede, bu kavram üç temel paradigma değişikliği ile dikkat çekmektedir. Klasik sekülerleşme, anti-sekülerleşme veya sekülerleşme karşıtı ile eklektik paradigma olarak ayrışan söz konusu teoriler, bugüne kadar sekülerleşme tartışmalarında devamlılığın olduğunu göstermeleri açısından önem taşımaktadır.

        Kurucu sosyologların çalışmalarında din olgusunun kaçınılmaz ve temel bir olgu olarak ortaya çıkması, aslında 16. yüzyıl başlarından itibaren yaşanan tedrici ve devrimsel nitelikteki toplumsal değişimlerin doğasında sekülerizmin varlığına gizli/açık dikkat çekilmesine neden olmaktadır. Bu durum, sekülerizmin "modernitenin kurucu miti" olarak tanımlanması görüşünün ortaya getirilmesine neden olmuştur.

        Seküler kavramının 18. yüzyıldaki karşılığı, temelde kiliseye tam bağlılık ile kilise dışında olmak arasında farklılaşma ile açıklanmaktadır. Bu çerçevede, manastır dışında yaşam süren ve herhangi bir dini grubun kurallarına tabi olmayan kişi olarak tanımlanmaktadır. Manastır içinde görevliler 'regular', dışındakiler ise 'secular' olarak adlandırılmaktadır. Ve seküler rahipler kavramı bu ayrımı ortaya koymasıyla dikkat çekmektedir. Kişi için olduğu kadar, benzer bir kullanım mekan için de kullanılmaktadır. Örneğin Katedral Kiliseler 'regular' olarak anılırken, Canon'lar diniyken, çoğu sekülerleşmiştir. Bir 'regular' kilisenin sekülerleşmesi Papa'nın, ya da ilgili bölgedeki rahibin otoritesi veya halkın kabulüyle gerçekleşirken, Fransa'da tüm bu süreçler parlamento tarafından yerine getirilirmiştir.

        Sekülerleşme teorileri çerçevesinde gündeme gelen ve bir anlamda çatışmacı nitelik taşıyan kavramsal açıklamaların ortaya çıkmasında, tartışmalara konu olan toplumlara özgü sosyal ve siyasal kurumlar çerçevesinde gerçekleşen tarihsel değişimlerin ve pratiklerin neden olduğu yeni anlam yüklemelerinin rolü vardır.

        Bu süreçte, başta klasik sosyologlar olmak üzere sosyal bilimcilerin ilgili teorileri yapılandırırken, örneğin Marx'ın insan ilişkilerini ekonomik temeller üzerinden indirgemecilik olarak adlandırılmayı hak edecek bir yapılandırma gayretinde görüldüğü üzere ortaya koydukları teoriler, bizatihi insanı kutsal olanla ilişkisinden sıyırmak suretiyle içselleştirilen bir sekülerleşmenin doğuşuna neden olmuştur.

        Bu şekilde gizli/açık atıfta bulunulan sekülerizm kavramının dinle bağının neredeyse hiç kalmamış, aksine din karşıtlığı ile özdeşleşen bir anlam kazanmıştır. Aynı zamanda, dinle ve dinimsi yapılarla/kurumlarla ilgili açıklamalardaki olumsuzlayıcı söylemler de sekülerizm kavramını dinle giderek arası açılan bir yere konumlandırmıştır. Bu çerçevede, Marx'ın dini afyon ve illüzyon olarak görmesi, Max Weber'in dinin giderek toplumsal karşılığının azalacağı yönündeki ifadeler bunu ortaya koymaktadır. Weber, "Din ve toplum arasındaki ilişki modern toplumlarda giderek erozyona uğramıştır. Bu durum, dinin artık modern toplumda etkin bir güç olmaktan çıkması ile gerçeklemekte ve sekülarizm denilen sürece tekabül etmektedir" ifadesini gündeme getirmektedir. Ve böylece dünyanın bir başka deyişle insan toplumlarının giderek "büyüsünden kurtulacağını" (disentchantment) ileri sürmektedir. Bu son husus, temel itibarıyla Avrupa olmak üzere, bizatihi Weber'in kendi döneminde tecrübe ettiği Avrupa modernleşme sürecine tekabül etmektedir."

        George J. Holyoake, sekülerizmi teoloji ile bağını tamamen koparmış bir "yaşam politikası" olarak kabul ettiği gibi, bu kavramı, teolojiyi yetersiz veya güvenilmez bulanlar için rehberlik edecek ilkeler bütünü olarak adlandırmaktadır". Bu noktada, teolojinin dünyevi yaşamın günahla birarada düşünülmesinin neden olduğu gerilimden, yaşamdan zevk alma anlamında sekülarizme geçiş dikkat çekmektedir.

        Yaşanan toplumsal değişimler, dinin değişen farklı toplumlarda nasıl karşılık bulduğu yönündeki araştırmaları hızlandırırken, hiç kuşku yok ki, sekülerleşme tezi bu noktada belirleyici bir yer edinmiştir. Sekülerleşme olgusunun dikkat çeken bir yönü, sadece Batı Avrupa veya Batılı ülkeler ile sınırlı olmayıp, sanki bir "evrensel yasa" ve genel geçer bir nitelik olarak modernleşmekte olan tüm toplumlarda ortaya çıkacağı yönündeki yaklaşımdır.

        1960'ların sonlarından itibaren klasik sekülerleşme görüşüne alternatif olarak dinin varlığı konusunda yeni araştırmalar, genel kabulün dışında sonuçlar ortaya koymuşlardır. Öyle ki, bireylerin kurumsal dini yapılardan uzaklaşmalarına karşın, bireysel alanda sergilenen dini pratiklerin yani ibadetlerin azalmasına karşın, bireysel dindarlık daha az gerilemektedir.

        Bu dönemde ortaya konulan çalışmalarda sekülerleşme sürecini bir anlamda mecbur kılan siyasal ve kültürel faktörler karşılaştırmalı olarak analiz edilmektedir. Endüstri toplumlarında giderek yaygın bir yapı kazanan sekülerleşmenin özelliklerine dikkat çekilirken, modernleşme süreçlerindeki olgulara da tekabül edecek şekilde toplumsal hareketliliğe, şehirleşmeye, endüstrileşmeye ve proleterleşmeye vurgu yapılmaktadır. Bireyin endüstri toplumundaki konumundan hareketle ortaya konulan analitik yaklaşımlarda, dinin birey yaşamında kompartımanlaştırıcı bir yapı ortaya çıkardığı görüşü hakimdir. Bu noktada, kompartımanlaşma, kurumsal farklılaşmanın doğal bir sonucu olarak gündeme gelirken, sekülerleşmenin hızlanıp azalabileceği toplumsal koşullara ve faktörlere gönderme yapılmaktadır.

        Bir başka ifadeyle kompartımanlaşma toplumsal normlar, düşünce yapıları, eğitim, yönetim, siyaset, hukuk, ahlak, aile gibi bireyin gündelik yaşamında belirleyiciliğe sahip tüm kurumsal yapıların din ile aralarında oluşan veya bizatihi buna neden oldukları kasıtlı ve bilinçli mesafedir. Bu durum, özelleşmeyi de beraberinde getirmesiyle yeni bir toplumsallığın ortaya çıkması anlamına gelmektedir.

        Bu temellerden hareketle klasik sekülerleşme teorisinin üç temel aşamada ortaya çıktığı görülmektedir: makro düzeyde yani kurumsal farklılaşma veya bölümleme, otonomlaşma, rasyonelleşme, özelleşme; orta düzeyde yer çoğulculuk, görecelilik ve dünyevilik, mikro düzeyde ise bireyselleşme, brikolaj, inançsızlık ve kilise dindarlığındaki azalma ya da gerilemedir.

        Sekülerleşme tartışmalarında yaşanan bu gelişmelere karşın, 20. yüzyılın sonlarına doğru, klasik sekülerleşme ile sekülerleşme karşıtı paradigmaların dönemin post-modern toplumlarındaki dini aidiyetleri ve görünümlükleri karşılamaktan uzak olduğu yönünde bir yaklaşım ortaya konulmuştur. Bu çerçevede, dini aidiyet ve görünümler farklılaşan bireysel, toplumsal ve kurumsal, bir başka ifadeyle mikro, mezo, makro düzeylerde değerlendirilmeye konu olmaktadır.

        Yaygın ifade bulduğu şekliyle, dinin örneğin siyaset kurumu başta olmak üzere modern kurumlar üzerinde yapılaştırıcı etkisi olmaması nedeniyle ve nihayetinde "modernleşmenin inanç üzerinde elde edeceği zaferle" sekülerleşmenin gerçekleşmesine karşılık, bireysel düzeyde kişilerin dindarlık emareleri gösterdikleri ve yaşamlarının çeşitli boyutlarında din ile ve dini kurumlarla bağlarını ortaya koydukları görüşleri gündeme getirilmiştir. Bu noktada, farklılaşma kavramı üzerinden genişleyen bir sekülerleşme tartışmasına tanık olunmaktadır.

        Bugün gelinen noktada, genel itibarıyla sosyal bilimlerde özelde din sosyolojisinde teorileştirme çabalarının bütünlükçü veya meta anlatılara elvermediği ve bu anlamda bir sınırlılığı içinde barındırdığı görüşü dikkat çekmektedir. Kökenleri itibarıyla Batı Avrupa toplumlarının tarihsel gelişimlerine paralel olarak ortaya konulan toplumu anlama ve sorunlara çözüm bulma konusundaki yaklaşımların ürünü olan sekülarizm ve laizism bugün küreselleşmenin iletişim ve toplumsallıkları her an yenilenerek üreten doğası karşısında, Avrupa geleneğinin din ile dine karşıt olduğu ileri sürülen dünyevi alanların nasıl anlaşılması gerektiği konusunda yeni yaklaşımlara ihtiyaç duyduğunu ortaya koymaktadır.

        YAZAR

        Mehmet Özay