Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Uygarlık Tarihi Nedir?

        Uygarlık tarihinin temel konusu insanların tarım faaliyetlerini keşfederek yerleşik hale gelmesi ile birlikte oluşan toplumsallığın sağladığı imkanların ortaya çıkardığı şehirler ve şehirlerde beliren teşkilatlanma formlarıdır. Mevcut araştırmalara, özellikle arkeolojik bulguların yorumlanması ile elde edilen verilere ve bunların farklı dini rivayetleri de dikkate alan yorumlarına göre, uygarlık olarak isimlendirilebilecek ilk oluşumlar Mezopotamya bölgesinde gerçekleşti. Sonrasında Mısır, Hint alt kıtası, Çin ve Yunanistan'da birbirlerine yakın dönemlerde uygarlıklar ortaya çıktı. Uygarlık tarihinde dikkate alınan önemli bir anlatı, Alman filozofu Karl Jaspers'in (ö. 1969) "Eksen Çağı" dediği MÖ 800-200 yıllarını ihtiva eden dönemdir. Günümüzde de halen varlığını devam ettiren büyük dinler ve bu dinler etrafında oluşan medeniyetlerin Buda, Konfüçyüs, Sokrates ve Hz. İsa gibi kurucu şahsiyetleri bu dönemde yaşamışlardır. Bundan hareketle bilinen ve yaşayan hemen bütün uygarlıkların bir din etrafında oluştuğu kabul edilir.

        Uygarlık tarihinde İslamiyet, tarih yazarlığı tarafından zaman zaman ihmal edilse de, belirleyici bir yer alır. 19. yüzyıldan sonra ise tamamen Avrupa merkezci bir anlayış uygarlık tarihi yazarlığında ön plana çıkarılmış, bu yüzyılın son çeyreğinden sonra evrim ve sosyal Darwinizm yaklaşımı, uygarlık tarihi yazarlığında esası teşkil etmiştir. Yine de 20. yüzyılda yazılan bazı dünya tarihlerinde antik dönem İslamiyet'le bitirilerek, sonraki dönem reform hareketi ile başlatılır. 

        Özellikle 19. yüzyılda batı merkezci olarak geliştirilen uygarlık tarihi/dünya tarihi yazarlığında, bütün bu uygarlıkların Batı uygarlığının hazırlanması dışında bir anlamının ve değerinin olmadığı; bunları sadece Batı uygarlığının oluşumu ile irtibatı içinde değerlendirmek gerektiği; batı uygarlığının oluşumuna katkısı olmayan herhangi bir oluşumun veya hadisenin uygarlık tarihi açısından dikkate değer bulunmadığı gibi bir anlayış hakim olmuştur. Bu yönden mesela Leopold von Ranke (ö. 1886) gibi dünya tarihçileri Hint ve Çin medeniyetleri kadar Aztek medeniyetini de dünya tarihi açısından gereksiz kabul ettikleri gibi İslam medeniyetinin de 13. yüzyılda gerçekleşen Moğol istilası ile insanlığın tarihinde belirleyici olmaktan çıktığı tezini savunmuşlardır.

        Batı merkezci anlayış, özellikle 20. yüzyıldaki gelişmeler neticesinde, Batı'nın artık dünyanın merkezi olmaktan çıkması ile birlikte tartışmalı hale gelmiştir. Bu tartışma aynı zamanda 19. yüzyıldan itibaren yerleşmeye başlayan İlk Çağ-Orta Çağ-Yeni Çağ şeklindeki dünya tarihi dönemlendirmesini de içine aldı. Bunun yanında yok olduğu düşünülen İslam, Çin ve Slav-Ortodoks medeniyetlerinin belli ölçüde canlılıklarını muhafaza ettiklerinin fark edilmesi de, Batı medeniyetinin zannedildiği gibi nihai uygarlık olmadığı ile ilgili kanaatin yerleşmesinde etkili oldu.

        Bu anlamda uygarlık tarihi yazarlığında iki ayrı ana akım, söz konusu algıların ve yaklaşımın belirlenmesinde etkili oldu. Bunlardan birincisi insanlık tarihini akan bir nehir gibi kabul ederek, her bölgede ve her dönemde insanların bu nehre katılmaları ile dünya ve medeniyet tarihinin gerçekleştiği varsayımından hareket etmektedir. Buna göre de yine iki ayrı yaklaşımı birbirinden ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi, özellikle 19. yüzyıl sonrasında 20. yüzyılın sonlarına kadar hakim anlayış olarak görebileceğimiz, bu sürecin sürekli her cihetten mükemmele doğru bir gelişme, bir ilerleme oluşturduğu varsayımına dayanmakta idi. İlerleme anlayışını kabul eden yaklaşımlar arasında liberal ve Marksist yaklaşımlar, ilerlemecilik cihetinden benzeşmekteyseler de bu ilerlemenin ne olduğu sorusuna verdikleri cevaplar açısından farklılaşmaktadırlar. İkinci yaklaşım ise yine medeniyeti/uygarlığı insanlığın ortak "işi" olarak kabul etmekle birlikte, bunun illa bir ilerleme içermek zorunda olmadığını; her ne kadar bazı gelişmeler olsa da bu gelişmelerin mutlak anlamda "geri dönülemez" adımları oluşturmadığını, insanlığın kendi eliyle yapacağı/yapabileceği bazı büyük hatalar sebebi ile hızlı bir şekilde on bin yıl önceki şartlara benzer şartları yeniden yaşayabileceği düşüncesini dikkate almaktadırlar.

        İkinci ana akım uygarlık tarihi yazarlığı, insanların farklı farklı uygarlıklar oluşturarak, varlıklarını sürdürdüklerini, her bir uygarlığın bir doğuş, gelişme, kemal, gerileme ve dağılma/çözülme halleri ve medeniyetlerin bu cihetten birbirlerinin çağdaşı olduğunu kabul eden yaklaşımı öne çıkarır. Bu perspektiften bakıldığında yeryüzünde hemen her dönemde birden fazla uygarlık mevcut olmuş, bunlardan bir veya birkaç tanesi ön planda ve daha etkin olmakla birlikte, hiçbir medeniyet nihai olarak bütün insanların hayatını belirlememiştir. Dolayısı ile Toynbee'ye (ö. 1975) göre insanlık tarihi bir medeniyetin değil, medeniyetlerin tarihi olarak yazılabilir.

        Bu iki ana perspektifin telifi olarak kabul edilebilecek üçüncü bir perspektif ise insanlık tarihini birbiri ile irtibatı içinde uygarlıkların tarihi olarak ele almayı tercih etmektedir. Buna göre bazı dönemlerde bir medeniyet daha etkin olsa da, farklı medeniyetler, birbirlerinden de istifade ederek etkin varlıklarını sürdürmektedirler. Bir medeniyetin, daha önceki hali ile daha sonraki hali arasında bir taraftan bir süreklilik söz konusu iken, başka bir cihetten de bazı alanlarda daha önceki haline göre daha mütekamil bir durum sergilemesi söz konusu olmaktadır. Bu yönden özellikle İslam medeniyetinin muhtelif hallerini birbirinden tefrik eden perspektif, mesela Emevi ve Abbasi dönemi İslam medeniyeti ile Orta Asya, Endülüs, Hint alt kıtası ve Osmanlı dönemleri yanında günümüzdeki gelişmeleri de bu medeniyetin canlılığının bir alameti şeklinde kabul ederek, aynı medeniyetin farklı halleri olarak görür ve İslam medeniyet tarihini kesintisiz bir şekilde yazma gayretini ortaya koyar. Aynı durum Batı, Uzak-Doğu/Japon, Hint ve özellikle Çin medeniyetleri için geçerlidir. Bu medeniyetler hakkında bugün yapılan birçok çalışmada bu perspektifin daha etkin olduğu söylenebilir. 

        İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Batı Avrupa'nın yerküre üzerinde belirleyici olmaktan çıkması neticesinde, 20. yüzyılın son çeyreğinde yavaş yavaş dünya ve uygarlık tarihinin Avrupa merkezciliği sorgulamaya başlandı. Halen devam eden bu süreç içerisinde aslında insanlık tarihinin "tek uygarlığa" yönelik olarak gerçekleşmediği, farklı farklı uygarlıkların birlikte var olabilecekleri, bunların farklı olmalarının birbirlerinden istifade etmelerinin önünde bir engel teşkil etmeyeceği ve insanlık tarihinin yaklaşık bir yüzyıl devam eden Batı hegemonyasını aşarak, yeniden çoklu bir yapıda devam edebileceği düşüncesi ortaya çıktı. Diğer taraftan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, insanlığın önüne yepyeni imkanlar sunması yanında, buna bağlı olarak geliştirilen silahların bütün bir insanlığı tehdit etmesi, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin her zaman insanlığın lehine bir durum oluşturmayabileceğini göstererek, 19. yüzyıldaki beklentilerin aksine, umut değil kaygı sebebi haline geldi. Bunlara çevre sorunları, siyasi ve ekonomik güç merkezlerinin insan hayatını kontrol altına alma imkanlarını arttırmaları, bunun sonucu insanların umulduğu gibi özgür olamayacakları, aksine enstrumental/araçsal aklın hakim olduğu dünyada insanların büyük şirketler ve devletlerin kullanım aracı durumuna düştükleri şeklindeki endişeler de eklenebilir. Bu vaziyet haliyle insanların önemli bir kısmının umudunu artık Batı medeniyetine bağlamasını gereksiz hale getirdi. Farklı medeniyetler modern imkanları kullanma konusunda Batı medeniyetine alternatif perspektifler için bir imkan olarak algılanmaya başlandı. 

        Özellikle yirminci yüzyılın son on yılında, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, birden fazla medeniyetin mevcut olacağı ve bu medeniyetlerin diğerleri ile etkileşim içinde varlıklarını sürdürecekleri düşüncesi, farklı bir ayrışmaya esas teşkil etti: Bazı tarihçi/siyaset bilimciler buradan bir çatışma olacağı tezini üreterek, insanlığın geleceğini mevcut uygarlıklar arasındaki çatışmaların belirleyeceğini savunurken (Medeniyet Çatışması); buna karşı başka bir tez de, birden fazla medeniyetin varlığının aslında medeniyetler arasında kalıcı işbirliklerini ön görerek, farklı grupların insanlığın geleceğine birlikte katkıda bulunup şekillendirebilme imkanını ortaya attı (Medeniyetler İttifakı). 

        Günümüzde bir taraftan özellikle İnternet ve çok çeşitli bilgi teknolojilerinin geliştirilmesi ve kullanımıyla oluşan bir küreselleşme söz konusudur. Küreselleşme bir taraftan da farklı kültür ve medeniyet mensuplarını tüketim alışkanlıkları üzerinden tek tipleştirme riski taşımaktadır. Ancak farklı hayat tarzları ve farklı uygarlıkların, teknik ve teknolojik gelişmelere iştirak etmekle birlikte, kendi özgünlüğünü muhafaza ederek varlığını sürdürme eğiliminde oldukları da gözlemlenmektedir. Bu yönden her medeniyetin insanlığın geleceğini, kendi özgün katkısını yaparak, diğerleri ile birlikte şekillendireceği anlaşılmaktadır. Zamanımızda Batı medeniyeti kadar Çin, Hint, Slav-Ortodoks ve İslam medeniyetlerinin, belirli bir rekabet içerisinde insanlığın geleceğini birlikte şekillendirme sürecine daha fazla katıldıkları bir dönem yaşandığı söylenebilir. 

        YAZAR

        Tahsin Görgün