Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ben bir Simurg hikâyesi yazsaydım, hani o Kaf Dağı’nın üzerinde ikamet eden eşsiz hükümdarı arayanların sergüzeştini kaleme alsaydım, tüm o kuşlar arasına bir kuş cinsi daha katmak isterdim. Kendi sesine hayran bülbüllerin, uzaklara giden sevgililerden haber taşıyan turnaların, uçarı ürkek serçelerin, av peşinde süzülen kibirli kartalların, kafesinde bermutat şakıyan kanaryaların dışında bir kuş daha olmalı o resimde. Kendi tüylerini yolanlardan... Kimi insan, bülbül misali, güzelliğiyle, albenisiyle takdir toplamak peşinde, her fırsatta ya aynadaki aksini ya da başkalarında bıraktığı etkiyi seyretmekte. Kimi papağan gibi ne duyarsa tekrarlamakta. Ne kendine ait bir duruşu var, ne eleştirel bir fikri. Kimi yaban ördeği gibi sürüden gıdım ayrılmadan yaşamakta. En büyük korkusu yalnız kalmak, dışlanmak. Kimi akbaba gibi, başkalarının enkazı üzerinden beslenmekte, afiyetle. Kimi flamingo gibi, kendi ailesi ve dar çevresi dışında hiçbir şeyi takmadan yaşayıp gitmekte. Dünyanın çivisi mi çıktı, açlık-haksızlıksavaşlar mı var, umurunda değil, ne gam. Ve kuş var, tüm bu hengâmenin arasında, derdi meselesi kendiyle, “ben” dediği o çözümsüzbitimsiz bilmeceyle; kuş var tek tek koparmakta tüylerini... Başkasına zarar vermez, tutup onu bunu didiklemez ama kendine sabotajlar düzenlemekte yoktur üstüne. Bit Palas’ı yazarken bu kuş türünden bir genç kadın canlandırdım sayfalarda. İsmini Mavi Metres koydum. Bacaklarında jilet izleri vardı, kendini kestiğinden. Araf’ı yazdığımda, gene bir karakter zuhur etti, o da kendini hırpalayanlardan. Entelektüel bir çikolatacı yaptım onu; fiziksel iş üreten bir düşünür olsun istedim; hiçbir yeri yurt edinemeyen, daim çılgın, ilanihaye melankolik, hayalperest. İskender’de Esma biraz öyleydi. Uçup gitmek ile kalıp kendini yolmak arasında mütereddit, kanat çırptı boşlukta hikâye boyunca. Bakıyordum da, hep sevmişim galiba kendi tüylerini yolan kuşları. Onlar her yerde, her dönemde varlar. Onlar hiçbir kategoriye sığmadan, bir türlü doğru dürüst anlaşılamadan tutunmaktalar hayatın ipliklerine. Bugün hakkında yazmak istediğim sanatçı da onlardan biri. Bütün dünyada saygıyla anıldı bu hafta.

        1890 senesi Temmuz sonları günlerden bir gün... Sıradan bir öğleden sonra, bunaltıcı bir sıcak. Vincent Van Gogh, buğday tarlalarında yürüyüşe çıkmaya karar verdi. 37 yaşındaydı. Gördüğü son yaz mevsimiydi. Yürüdü, uçsuz bucaksız bir kumsalda, ayak izlerini dalgalara feda edercesine, iz bırakmamacasına, önsüz ve arkasız. Yürüdü, her nevi külfetten silkinir gibi, hafif ve amaçsız. Hasta olduğunu söyleyenlere pek itibar etmiyordu, artık iyileştiğini iddia edenlere de. Akıl ve delilik arasında incecik bir ipte yürümeyi kanıksamıştı nicedir. Ha düştü ha düşecek. Ne resim yapamaz hale gelecek kadar tımarhanelik, ne oturup hayatla barış imzalayacak kadar pürahenk. Kırlarda olmak, temiz hava almak iyi gelecekti sinirlerine. Öyle tembih etmişti doktorlar. Şikâyetçi değildi. Buğday tarlalarını severdi. “Beynimin içindeki sesleri sakinleştiriyor” diye yazmıştı Theo’ya bir mektubunda. O sesler ki gün içinde, olmadık anlarda çoğalıyor, hep bir ağızdan konuşuyor, mütemadiyen yoruyorlardı ruhunu. O sesler ki derin bir yalnızlık yaşarken bile yalnız kalamamasına sebep oluyordu. Aynı sene içinde yaptığı bir tabloda buğday tarlalarını resmetmişti olanca canlılığıyla. Kargaları eklemişti resme. Sarı ve siyah, kara bulutlar ve mavi sema. İnsan renklerle çığlık atabilir mi? Tamamen sessiz haykırabilir mi? Hikâyenin bundan sonrası iki seçenekli. O gün hakikaten ne oldu? Ya: Yürüdü, bir an geldi, zihnindeki sesler sustu, kâinattaki tüm renkler beyaza döndü. Kaldırdı elinde tuttuğu tabancayı, yerleştirdi göğsüne. Ateş etti bir el. Yarasına rağmen yürümeye devam etti. Çok kan kaybetti ama odasına ulaşmayı başardı. Bir intihar mektubu hazırladı. Son yaptığı bu oldu. Ya da: Yürüdü, ıslık çala çala. İleride bir yerde iki delikanlıyla buluştu. Onlara hayallerinden, yapmayı düşündüğü yeni tablolardan bahsetti. Umut ve enerji ve ilham doluydu. Gençler ona hayran, dinlediler. Birinin silahı vardı, havaya ateş etmek için, öylesine almıştı yanına. Ne var ki silah geri tepti. Hedefi şaşırdı. Van Gogh bir kaza sonucu canından oldu. Bu yaz sanat ve kültür dünyası bu iki sahneden hangisinin doğru olduğunu tartışmakta. Uzun seneler birinci senaryonun gerçek olduğuna inanıldı. Van Gogh efsanesini derinleştirdi bu inanış. Yaşarken kıymet görmeyen dâhi ve acı çekmiş bir sanatçı efsanesini pekiştirdi. Ne var ki yayınlanan yeni biyografilerin, arşiv çalışmalarının ışığında görünen o ki, Van Gogh ne sanıldığı gibi delirip kulağını kesti bir gün (onun da sebebi ressam arkadaşı Gauguin), ne de dünyadan ve insanlardan bunalıp intihar etti. Kulağını yitirmesi de canını yitirmesi de aslında basit bir arkadaş kazasıydı. Öyle ya da böyle, günün sonunda, Van Gogh’u kuş türleri arasında bir yere koymaya kalksak, şüphesiz ki kendi tüylerini yolanlardandı...

        Diğer Yazılar