Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Theo Angelopulos bahsine gelirsek… Ünlü yönetmenle senarist olarak pek çok filminde beraber çalıştın. Bunlardan biri de Ulis’in Bakışı’ydı. Orada Lenin heykeli tekne üzerinde ilerliyordu ve bu dramatik bir sahneydi. Bir rejimin çökmesi değil sadece, ondan sonra yaşananlar bize dünyanın aslında çok da iyiye gitmediğini gösterdi. Biraz da o açıdan baktığında hem Angelopulos sinemasında, hem senin kendi edebiyatında, sosyalizmin çökmesi ne ifade ediyor? O ne yapmak, anlatmak istiyordu?

        Aslında ben veya Angelopulos’un dile getirdiğimiz sinema, yazı, tiyatro ya da roman; II. Dünya Savaşı’ndan sonra çok politik bir sanatın doğmasına bağlıdır. Bu ille de bir sosyalist sistemle ilişkili değildir. Daha çok değişim ve alt sınıflara destekle ilgilidir. Tabii ki bu durumları değerlendirmek için birçoğumuz Marks’ı da okuduk, Engels’i de, bütün bu o zamanki Marksist aydınları da okuduk. Ama hepimiz Sovyet Rusya’yla beraber değildik. Hiç öyle değildik. Angelopulos da böyleydi, ben de.

        Biz solcu değildik diyorsun yani…

        Solcu demek ille de Sovyet Rusya’yla beraber olmak demek değildir, onu demek istiyorum. Onun için de bizim neslimiz ve bizden bir önceki kuşak, bütün gücümüzü değişikliğe verdik. Ama bu değişiklik bugünkü cep telefonu değişikliği değildi. Değişiklik demek bizim için fakir ve alt sınıfların hayatını iyileştirmek, biraz daha yaşanır hale getirmekti.

        REKLAM

        Ve bunun ne olduğunu göstermekti.

        Evet buydu. Ve aynı zamanda bunların başında olan kapitalistlerin kim ve ne olduklarını göstermekti. Geçen gün bir konuşmada da söyledim. Dedim ki “Biliyor musunuz, ben proleter sınıfı yaşayan son kuşağım. Benden sonra proleter kalmadı. Benim yaşadığım proleterler isimlerini zar zor yazabiliyorlardı” dedim. “Şu anda genç bir kuşak geliyor, master degree (mastırlı) proleter bunlar” dedim. Siz farkında değilsiniz. Öyle olacak. Mastır yapıyor ama proleter gibi para alacak sonra.

        Okuyor, okuyor ama işçi kadar para alıyor.

        Okuyor, okuyor ve sonunda proleter gibi oluyor.

        Bu büyük bir çöküş demek aslında.

        Tabii ama buna karşı çıkan yok.

        “SABAH YEDİDE BİR TEK ANGELOPULOS ARARDI”

        Angelopulos’la nasıl tanıştınız?

        1971 yılında tanıştık. Ben bir oyun sahneye koymuştum. Oyun diktatörlere, cuntaya karşıydı. Büyük bir sükse yaptı. Bir gün Angelopulos oyunu görmeye geldi. Bir yıl önce onun ilk siyah beyaz filmi gösterilmişti. Fransızcası “Reconstruction”du (Yunanistan’da “Yeniden Yaratma” adıyla gösterime girdi). Türkçesini bilmiyorum. Filmi görmüştüm ve çok sevmiştim. O geldi, oyunu gördü ve konuştuk. “Yeni bir senaryo yazıyorum, benimle çalışmak ister misin” dedi. “Çok isterim ama ben senaryo nasıl yazılır hiç bilmiyorum” dedim. “Merak etme ben sana öğretirim” dedi. Gerçekten senaryoyu ben Angelopulos’tan öğrendim. “36 Günleri”nde beraber çalışmaya başladık. O günden sonra o kadar iyi birbirimize uyduk ki, iki-üçü dışında bütün filmlerinde beraber çalıştık. Son filminin senaryosunu da beraber yazdık ama çekemedi, vefat etti. Ve bundan başka bir de çok yakın iç içe bir arkadaşlık kurduk.

        Sen ondan ne aldın, ona ne verdin?

        REKLAM

        Ondan en çok aldığım şey Yunanistan üzerine bakışıdır. Yunanistan’ın Almanya’dan sonraki tarihi üzerine bakışıdır. Ben İstanbulluyum, bunları yaşamadım. Ama Angelopulos çocukluğundan beri yaşadı. 36 Günleri, Kumpanya, Avcılar, bu filmler bana Yunanistan’ın nasıl bugünlere geldiğini anlattı. Ve bunu kitap okutarak değil bir film göstererek bir hikâye anlatarak yaptı bana. Bu benim için çok değerliydi. Çünkü o, tarihi çok iyi biliyordu. Son romanımı okuduğunda bana “Sen bugünün Yunanistan’ını benden çok daha iyi anlıyorsun. Ama tarihi benden öğrendin çünkü onu ben çok iyi biliyorum” dedi. Gerçek buydu, söylediği gibiydi.

        Sen ona ne verdin sence?

        Senaryo dışında verdiğim bir şey var. Kendisi daima söyledi bunu. Bir gün bizi Venedik Üniversitesi’ne davet ettiler. Nasıl çalıştığımızı anlatmak için. Dedi ki, “Benim Petros’tan aldığım en değerli şey, bana hayır demesiydi.” Etrafındaki herkes “Aman Theo bu ne güzel görüyorsun, bunu nasıl yapıyorsun” falan diyor tabii. “Petros geliyor ve ‘Bu iyi bir şey değil, başka bir şey bul’ diyor bana” derdi: “Ben buna o kadar seviniyorum ki, biliyorum bana gerçeği söylüyor...”

        İnsanların yanında hayır diyecek birilerinin olması ne kadar iyi değil mi?

        Çok ilginçti bu. Bazen konuşuyorduk, konuşuyorduk, anlamıyordu ve çok da ısrar ediyordu. Sonunda diyordum ki “Bak, daha iyi bir fikir bulacağından ben eminim. Bekleyeceğim.” Kalkıp gidiyordum. Ve bir daha telefonla aramıyordum. Bir hafta geçiyordu, bazen sekiz gün geçiyordu. Sonra telefon çalıyordu sabah yedide. Rahmetli annem, “Angelopulos” diyordu. Sabah yedide bir tek o arar çünkü. Başka kimse aramaz beni.

        Neden sabahın yedisinde arıyor?

        Beşte kalkıyordu yataktan, ondan. Arayıp şöyle diyordu, “Hâlâ seninle aynı fikirde değilim ama değişik bir fikrim var.” Bunu hiçbir zaman unutmayacağım. Angelopulos’un müthiş kapasitesi, her zorluğu yeni bir fikirle aşmaktı.

        “ÇÖZÜM BİR ÇOCUĞA YENİ BİR FIRSAT VERMEK”

        Bizim en çok aklımızdan kalan, sevdiğimiz filmlerinden biri de Sonsuzluk ve Bir Gün.

        Bunun bir günlüğü var.

        Evet biliyorum. Sonsuzluk ve Bir Günlük. Ben şunu soracağım. Sence Sonsuzluk ve Bir Gün neyin filmiydi? Yalnızlık mı, zamanın gücü mü, bireyin yabancılaşması mı? Bize ne anlattı?

        Bence…

        REKLAM

        Çünkü orada bir sahne var. Yarın ne kadar sürer? Sonsuzluk ve Bir Gün… Çok anlamlı.

        “Sonsuzluk ve Bir Gün” bence, kendisini sona hazırlayan, öleceğini anlayan bir adamın geriye bakarak ne kadar hata işlediğini, nasıl basit şeyleri anlamadığını görmesi ve bu bir sonsuzluk içinde değiştirilebilir mi, daha başka yapılabilir mi diye endişesi, korkusu. Ve bunun çözümü bunları geriye alması değil, çocuğu vapura bindirmesidir.

        Kendi hayatını değil başkasının hayatını kurtarmak.

        Başkasının hayatını kurtarmak ve başka birisine, bir çocuğa yeni bir hayata başlamak için bir fırsat vermektir.

        Sence bir gün pişmanlıklarımızdan kurtulabilir miyiz? Ya da neden bunu çok geç anlıyoruz?

        Çok sonra anlıyoruz çünkü pişmanlık akla değil duyguya bağlı bir gerçekliktir. Ve duyguları aşmak için zaman gerekiyor. Akılla insan problemleri çözebiliyor. Ama duygu ve önyargı işin içine girdi mi, her şey zorlaşıyor. Benim için en önemlisi budur: Duygu ve önyargıları çözmek.

        Zaman senin için nedir? Çizgisel mi akıyor, döngüsel mi senin kafanda?

        Son romanımın ismini mi vereceğim sana?

        Ver.

        “Zaman Paradır”ı yani “Time is Money”i çevirdim, “Cinayet Paradır” diyorum ben. “Murder is Money” diyorum. Benim için zaman, bir projemi, ki bunun yazarlık projem olması gerekli değil, kızım olabilir, bir projemi yola koymak ve gerçekleştirmek için gerekli olan müddettir. Onu bitirdiğim anda yeni bir zaman başlıyor benim için. Yani zaman sonsuzluk değildir benim için. Zaman bir nevi parseldir.

        Bunu şunun için sordum. Artık insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi, kaygısız, başkalarını kırarak ya da asıl önem vermeleri gereken şeylere önem vermeyerek yaşıyorlar, ama aynı zamanda genç kalmak için de her şeyi yapıyorlar. Aslında bugün insan zamanla bir yarış halinde. Zamanı olduğu gibi kabullenmek daha iyi olmaz mıydı?

        Bir açıdan zamanla yarış bu, haklısın ama yalnız zamanla bir yarış değil, bu zamana direnmedir. Yok efendim estetik operasyon yapacağım, şunu bunu yapacağım ve yaşlanmayacağım. Yok yaşlanacaksın.

        Direnemezsin.

        REKLAM

        Olmaz. Veya aynaya bakınca yaşlanmasan bile öleceksin. Herkesin bir sonu var. Başka çaresi yok bunun.

        Sen bu 84 yılda iyi ve mutlu yaşadım diyor musun?

        Evet.

        Neye istinaden? İstediklerimi yaptım diye mi?

        İstediklerimi yapabildim. Zorlukları büyük travmalarla, büyük yaralarla geçirmedim. Ve aynı zamanda her zaman yeni bir başlangıç için güç buldum kendimde.

        “BRECHT’TEN MESAFEYİ ÖĞRENDİM”

        Almanca’dan Yunanca’ya çevirilerin de oldu. Goethe’nin Faust’unu çevirdin, Brecht çevirdin.

        Brecht’i çok severim.

        Sen Goethe’den, Brecht’ten ne aldın?

        Atina Devlet Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni arkadaşımdı. Bana, “Faust’u çevirir misin, iki kısmını sahneye koymak istiyoruz” dedi. Çevirmeye başladım. Trajedinin ilk kısmını çevirmiştim. Tekrar aradı ve “Yönetmen vazgeçti, yapamayacağız” dedi. Ben ilk kısmı çevirmiştim, ne yapacağımı bilmiyordum. O zaman bir yıl önce vefat eden yayıncım, “Eğer bütün eseri çevirirsen ben basacağım” dedi. “Ama bir kitap bile satamayacaksın” dedim. “Sana ne” dedi, “Ben senin polisiyelerini harıl harıl satıyorum, ne istiyorsun.” Ve çevirdim. Gerçekten çok sattı, hâlâ satıyor.

        Daha önce Yunanca çevirisi yok muydu?

        Birinci kısmının vardı, ikinci kısmınınki ise berbattı, hiçbir zaman okunmadı. Ama şimdi toplu çıktı ve hâlâ satıyor. Şimdi yeni bir yayınevim var çünkü eskisinin sahibi ve dostum kanserden vefat etti. Yeni yayınevimin sahibi bütün kitaplarımı çıkarıyor tekrar. Brecht’ten çok şey öğrendim ben yazar olarak. İlk önce tiyatro yazarı olarak, ve şimdi hâlâ roman yazarı olarak bu öğrendiklerimin değerini anlıyorum. İlk ve en önemlisi nedir biliyor musun? Brecht bana “distance”ı yani mesafeyi öğretti. Brecht’te bir tiyatro terimi var, “distanciation” diyor. Uzaktan bakacaksınız. Duygularınızı karıştırmayın. İlişkiyi duygularınızla kurmayın, uzaktan bakın. Ben de uzaktan baktım hep. Yazarken hep bir mesafem var.

        Almanlardan ne öğrendin? Almanca eğitim gördün ya. Onların da bir disiplinleri vardır çünkü.

        Almanlardan ve Avusturyalılardan öğrendiklerimin çoğu şiir üzerine. Ben hâlâ hemen her gün Hölderlin okuyorum. Büyük şair. Sonra Kleist, büyük yazar benim için. Çok okudum Almanları. Ben Alman klasik tiyatrosunu Almanlardan iyi bilirim…

        REKLAM

        “EN DOĞRU FİKRİM HARİTOS’UN AİLESİYDİ”

        84 yaşındasın, âşık oldun mu?

        Eşimle.

        Bir tek eşinle mi?

        Bir eşim vardı, vefat etti.

        Ne kadar oldu?

        1986’da. 35 yıl oldu.

        Sadece ona mı âşık oldun?

        Kızım yedi yaşındaydı o öldüğünde. Ondan önce bazı aşk hikâyeleri vardı ama kısaydı. Fazla bir şey değildi.

        Neden ona âşık oldun?

        Birbirimizi çok iyi anladık ve çok kolay anlaştık diye. Çok.

        Yani senin hayatını zorlaştırmadı.

        Hiçbir zaman. Ben de onun hayatını hiçbir zaman zorlaştırmadım, çok iyi yaşadık birbirimizle. Ama işte… Neyse… Bereket kızım oldu. Kızım beni, yani…

        Ayakta tuttu.

        Ayakta tuttu, ben kızımı büyüttüm, tamam.

        Ondan sonra neden kimseyi sevmedin?

        Bazı aşk hikâyelerim oldu ama ufak tefekti. Bir daha evlenmeyi aklımdan geçirmedim. İstemiyorum.

        O öldükten sonra hayatın değişti mi?

        Değişti tabii. Çünkü kızım vardı. Annem geldi, bizimle kalmaya başladı. Ben tek başıma kızıma bakamıyordum. 1986’da artık ben evde çalışıyordum, çünkü yazardım artık. Çalışmıyordum başka bir şirkette falan. Ve bu bir açıdan çok iyiydi çünkü her zaman kızımın yanındaydım. Kızım okuldan döndüğünde beni buluyordu evde.

        Bildiğim kadarıyla romanlarında çok duygusal ilişkiler falan yok.

        Yok.

        Sebebi bu mu?

        Çünkü benim için önemli olan ailedir. Sanıyorum ki en doğru fikrim buydu. Güney Avrupa olsun, Güney Amerika olsun, okurlar komiseri değil ailesini seviyorlar. Çünkü buralarda aile sistemi, bizim ve sizin aile sisteminize çok yakın. Barselona’nın 40 kilometre ötesinde, küçük, 30 bin kişilik bir kasabaya davet ettiler beni. 16. yüzyıldan kalma bir binayı kütüphane yapmışlar, orada konuşacağım. Gittim, kütüphanenin müdürüyle konuşuyoruz. Bir bayan geldi 45 yaşlarında. Elimi uzattım, kadın elime bakmadı bile. Sarıldı, öpmeye başladı ve dedi ki, “Haritos’un ailesi benim ailem.” Bazıları Haritos’un eşini Haritos’tan fazla seviyor, Adriani’yi.

        REKLAM

        Haritos şiddet uygulamayan, bazen delilleri yanlış anlayan üstün zekâ göstergeleri sergilemeyen aslında sıradan bir komiser karakteri. Bu kurgu kafana nasıl yerleşti? Ki hakikaten pek çok ülkede başarılı oldu. İşin aile kısmı bir yana, onun kendi karakteri de bir şey ifade ediyor.

        Çünkü bu, Yunanistan’dan doğdu. Bütün Yunanistan’da polisler, orta sınıf küçük burjuva insanlardır. Bu insanların düşü rüyası evlenmek ve çocuk yapmaktır. Onun için dedim ki, tek başına Yunan polisi olamaz, imkânsız, ailesi olmalı. Haritos’un üçüncü romanı çıkmıştı sanırım. Bir arkadaşım tanıştırdı; Yunanistan’ın Emniyet Kuvvetleri’nin şefiyle konuşuyorum. Bürosundayım, bazı bilgiler istedim. Kapı açılıyor, bir genç giriyor içeri, adam koltuğundan fırlıyor, “benim oğlum” diyor, “tanıştırayım, doktor oluyor.” Adam Yunanistan’ın bütün emniyet kuvvetlerinin başında ama oğlu doktor oluyor diye seviniyor. O kadar mutlu ki; başka dünyada sayıyor kendini.

        Neden? Bıkmış mı polislikten?

        Yok. Çünkü okumak, polis okulunu değil üniversiteyi bitirmek ve doktor olmak onun gençliğinde ulaşılmaz bir rüyaydı. Bu adamlar çocuklarında kendilerinin yapamadıklarını görüyorlar ve mutlu oluyorlar.

        “POLİTİK DOĞRUCULUK DİYE BİR YOK BULDUK KAÇIYORUZ”

        Türk polisiyesinden sevdiğin, tanıdığın, okuduğun var mı?

        Celil Oker’le yakın bir arkadaşlığımız vardı, maalesef kaybettik onu. Bütün romanlarını okudum, hepsini biliyorum. Ahmet Ümit’le de tanışıyorum, onun da bütün romanlarını okudum.

        Onu nasıl buluyorsun?

        İyi, bazı romanları çok çok ilginç.

        “Hayati hedefinin toplumlar ve insanlar arasında köprüler kurmak olduğunu” söylemişsin bir yerde. Bunu başardın mı sence?

        Her zaman değil. Başardığım zamanlar oldu ama bazen de hiç başaramadım, yenilgiye uğradım. Her zaman olmuyor. Ama denemek çok önemli.

        REKLAM

        Her yazara sorduğum bir soru var. Karakteri bozuk, ahlâksız ünlü yazarlar var, çok iyi kitaplar yazıyorlar ama ahlâksızlar. Mesela Andre Malraux adam öldürmüş. Shakespeare vergi kaçakçısı. Paul Verlaine hamile karısına tekme atıyor. Biz bunların eserlerini karakterlerine rağmen sevmeli miyiz? Yoksa senin için bir yazarın karakteri de önemli midir?

        Bir yazarın karakteri insan olarak önemlidir. Ama bugün çok dar bir düşünce çıktı ortaya. Efendim iyi bir yazar politik doğrucu (politically correct) biri olmalı. Neden? Bunu bize kim garanti edecek? Kimse. Onun için diyorum ki ben, şiirleri okuyun, romanları okuyun, onları doğru değerlendirin, yazara gelince adamın canını çıkarın.

        Yüzüne tükürün.

        Yüzüne tükürün. Bunların ikisi ille de beraber değil. Bir kere bir yazı, bir roman, bir eser yazıldıktan sonra kendi başına yaşıyor, yazarla yaşamıyor artık. Biz alt sınıflara, fakir sınıflara destek vermeyi unuttuk, şimdi politically correct diye bir yol bulduk, oradan kaçıyoruz hepimiz. Olmaz öyle şey.

        “BUGÜNKÜ DÜNYA GÖÇMENLERLE İLGİLİ İKİYÜZLÜLÜKTÜR”

        Sonsuzluk ve Bir Gün aynı zamanda bir göçmen çocuğun hikâyesi. Göçmenlik, göçler özellikle şu son 10 yılda çok üstünde konuştuğumuz konu. Dramlar yaşanıyor. Aslında hepimiz göçmen değil miyiz sence?

        Ben evet derim. Tabii ki hepimiz göçmeniz.

        Peki neden bu kadar olumsuz bakıyoruz bu meseleye? Yunanistan’da da benzer şeyler yaşanıyor Türkiye’de de. Avrupalılar göçmenlere artık duvar örüyorlar.

        Bana en ağır gelen budur. Anlıyorum. Türkiye’yi görüyorum, bu kadar göçmen kolay değil. Samimi olalım. Kaç milyon şu anda sizde?

        Şu anda 6-7 milyon.

        Kolay değil bu, olmaz. Öte yandan Yunanistan gibi küçük bir ülkeye gelen göçmenlere bakıyorum, kolay başa çıkılmaz. İtalya aynı şeyi yaşıyor. Buna sinir oluyorum. Avrupa Türkiye’yi buldu, İtalya’yı, Yunanistan’ı buldu ve bütün buraları çok güzel göçmen merkezi yaptılar. Kendi kapılarını kapattılar, “biz rahatız” diyorlar. Olamaz böyle bir şey. Ondan sonra bana diyorlar ki yok efendim kadınlara şiddet. Göçmenlere şiddet yok mu? Beni bugün bu dünyada çıldırtan bu. Son romanım çıktı Fransa’da, bir taraftan diyorsun ki yok efendim political correctness (politik doğruculuk), yok efendim kadınların hakları. Tamam kabul ediyorum. Ama bütün bunlardan sonra göçmenleri görmezden geliyorum olamaz. Bütün Avrupa görmezlikten geliyor. Bir Almanya hariç, 1.5 milyon aldı. Biraz da İsveç. Bak Danimarkalılar ne yapıyor? Kıyamet kopuyor ülkede.

        REKLAM

        Yani bir şekilde bu yükün adil olarak paylaşılması lazım.

        Bütün Suriyelileri geri göndermek istiyorlar.

        Ki onlarda sayı olarak baktığında hiçbir şey yok.

        Affedersin ama bu yüke artık dayanılmaz. Budur ama bugünkü dünya.

        Ama böyle gitmez.

        Olamaz. Bu ikiyüzlülüktür bugünkü dünya. Bunun nedenini anlatmak kolay. Herhangi bir Avrupa ülkesinde malikâne sahibi olan kimse, bu evin içinde, salonda ve yatak odasında temizlik yapan kadını koymaz. Beraber uyumaz. Bu kadar. Bunu yapıyorlar. Kabul etmiyorlar. Diyorlar ki bunların ne işi var burada.

        Steril kalalım, temiz kalalım diyorlar.

        Evet… Onun için diyorlar ki gitsinler bunlar Yunanistan’a, Türkiye’ye kalsınlar.

        Ama bu da Avrupa felsefesini tamamıyla bitiriyor.

        Bitiriyor ne demek, mahvetti.

        “İYİMSERLİK BİLGİ EKSİKLİĞİNDEN BAŞKA ŞEY DEĞİLDİR”

        Yine Sonsuzluk ve Bir Gün’de filmin kahramanı şöyle bir şey söylüyor: Bilmemek ve hayal etmek daha iyi. Bu gerçeklerden kaçmak mı, yoksa bazen unutmak da iyidir mi, sen ne diyorsun?

        Yok, hayal kurarak güzelliği daha iyi keşfediyorsun onu demek istiyor. Bu tipik Angelopulos işte. Ne kadar gülüyordum.

        Gençlerin daha az okuduğundan bahsediyoruz, sence bunda internetin payı var mı?

        Akıllı telefonun, internetin tabii ki çok büyük payı var. Google’ın ve bütün bu araçların büyük bir payı var.

        Bu iletişim arttıkça insan giderek yalnızlaşıyor mu sence?

        Tabii ki yalnızlaşıyor. Geçen gün bir yazı okuyordum. Bütün ruh doktorları diyorlar ki akıllı telefon, genç çocuklara melankoli getiriyor. Bir kere hangi okumak, hangi bilgi? Bir şey soruyorsun Google’a bakayım diyor. Diyorsun ki, bin tane yazı var, Google mı kaldı? Yok Google’a bakacak. Bitti. Eskiden dine karşı olanlar, Kuran’ı okuyanlara, İncil’i okuyanlara laf söylüyorlardı ya, şimdi Google’ı okuyanlar daha mı iyi?

        REKLAM

        Sence çağımızda eğitimli kişilere, bilime, elitlere karşı artan bir tepki var mı toplumda? Çünkü bu aşı karşıtlığının bunun sonucu olduğunu söylüyorlar.

        Bence var. Kuşkuyla bakıyorlar. “Bunlar kendi çıkarlarına bakıyorlar, bize hiç önem vermiyorlar” diye düşünüyorlar. Ben de çok görüyorum.

        Sen bulunduğumuz çağı nasıl adlandırıyorsun?

        Söyledim, ikiyüzlülük çağı. Bu romanın aslında Yunancası budur.

        Peki sence bütün eşitsizliklere, farklılıklara rağmen ileride yine birlikte yaşayabilecek miyiz?

        Ülkeler, halklar arasındaki farklar o kadar büyük ki… Ve gittikçe daha da büyüyor. 20. yüzyılda, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika ülkelerini sömüren ülkeler vardı. Onlara bakıp zavallı diyorduk diğerlerine. Şu anda böyle bir durum kalmadı artık. Kalmadı ama bu çeşit sömürmek hâlâ devam ediyor. Bu bitmedi. Hâlâ Afrikalılar aynı çileleri çekiyor. Bak Kovid’de ne çekiyorlar. Aynı şekilde, dünyadaki bir kısım ülkeler zenginliklerini kendi seviyelerini sadece korumakla kalmıyor, aynı zamanda dış dünyaya kapatıyorlar. Bu tabii hepimizin beraber yaşamamıza imkân vermeyecek. Benim korkum daha beter olması.

        Geleceğe baktığında iyimser misin, karamsar mı?

        Heiner Müller çok ünlü bir Alman yazarıdır, eski Doğu Almanya’dan. İyimser misin, diye sorduklarında şöyle diyor: İyimserlik bilgi eksikliğinden başka bir şey değildir.

        Biraz önce Angelopulos’un söylediği gibi, “bilmemek ve hayal etmek gerçekten daha iyi.”

        Tamam işte. Ben hiçbir zaman iyimser olmadım hayatta.

        Bir mesajın var mı Türkiye’ye?

        Kovid bitsin İstanbul’a geleyim, özledim.

        -BİTTİ-

        Diğer Yazılar