Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Petros Markaris, asıl adıyla Bedros Markaryan, 1937 yılında İstanbul Heybeliada’da doğdu. Üç kuşak önce Ermeni bir aileden gelirken, daha sonra Rum bir aileden gelir oldu. Hikâyesi karmaşık ve ilginç, aşağıda anlatılıyor zaten.

        Varlık Vergisi, baba isteği, yazarlık hevesi derken Markaris uzunca bir süredir Atina’da yaşıyor. Akdeniz polisiyesi denince Avrupa’da ilk akla gelen isimlerden. Yarattığı komiser Kostas Haritos karakteri basit bir hafiyelikten öte siyasi mesajlar da veriyor. Markaris romanlarında toplumdaki yozlaşma üzerinde sıkça duruyor. İspanyolca’dan İngilizce’ye, İtalyanca’dan Portekizce’ye pek çok dile çevrilen kitaplarından Türkçe’de de yayımlanan bazıları şunlar: Alan Savunması, Che İntihar Etti, Batık Krediler, Gece Bülteni, Eskiden Çok Eskiden, Büyük Ortak, Balkan Blues…

        Markaris’in bir önemli meziyeti daha var. O, sinema dünyasında yönetmen Theo Angelopoulos’la kırk yıl süren dostlukları ve senaryosunu birlikte yazdıkları efsane filmlerle tanınıyor. Onunla maceraları 1970’lerin başındaki “36 Günleri” ile başlamış, “Kumpanya,” “Avcılar,” “Ağlayan Çayır,” “Leyleğin Geciken Adımı,” “Ulis’in Bakışı” gibi filmlerle devam etmiş. Tabii bir likte çalıştıkları en önemli film, Altın Palmiye Ödüllü “Sonsuzluk ve Bir Gün.” Hatta Markaris’in bu filmin senaryosunun yazım sürecinde tuttuğu günlük “Sonsuzluk ve Bir Günlük” adıyla (İstos Yayınları) yayımlandı.

        Orman yangınlarının iki ülkeyi acımasızca sardığı, sıcakların tahammül edilemez derecelere ulaştığı, Kovidle mücadelenin yalpaladığı bir Ağustos günü Petros Markaris’le Atina’daki evinde buluştuk. Uzun uzun konuşup biraz da yürüyüş yaptık. Eski bir dost gibi karşıladı bizi Markaris. Çocukluğundan, İstanbul günlerinden, edebiyattan, sinemadan, Angelopoulos’tan ve asıl önemlisi toplumu dün ve bugün nasıl gördüğünden bahsettik. “Vatanım” dediği İstanbul’da görüşmek üzere, gerçek iki dost gibi ayrıldık.

        Şimdi onu dinleyelim…

        *

        Nasılsınız her şey yolunda mı? Zor günler yaşıyoruz aslında…

        Her şey yolunda derken bu yaz o kadar felâket bir yazdı ki, ne desem az. Bu yaz o kadar kötü günler yaşıyoruz ki, bir taraftan Kovid, öte yandan müthiş sıcaklar, onun üstüne bir de yangınlar çıktı. Felâketti bu yaz bizim için. Yunanistan’da çok zor bir yaz geçiriyoruz.

        Aslında sadece Yunanistan’da değil, Türkiye’nin pek çok yerinde böyle.

        Biliyorum, Türkiye’de aynı zorluklar var, İtalya’da da öyle. Oradan arkadaşlarım söylüyor.

        Artık herhalde şunun farkına varmışızdır. Hiçbir sorunumuz yerel veya milli değil. Hepsi küresel. Kovid’den sıcaklara, yangınlara… Artık daha çok birbirimizle iletişim halinde olmamız gerektiğini anlamış olmalıyız.

        İnşallah anlıyoruz diyelim. Başka bir şey diyemem. Bundan sonra da anlamazsak, kafamıza sığmıyor diyeceğim.

        “DEDEM KIZLA EVLENDİ, BABASI ONU REDDDETTİ”

        Önce senin hikâyenle başlayalım. 1937’de Heybeliada’da doğdun.

        1 Ocak 1937’de.

        Muhtemelen 1 Ocak değildir de, tam tarih hatırlanmadığı için öyle yazılmıştır.

        31 Aralık aslında da şimdi bana bir yaş daha ekletme rica ederim.

        Biraz ailenden bahsedelim, ne yapıyorlardı orada?

        Heybeliada’daki evimizde başkaları oturuyor ama ev hâlâ duruyor.

        Ev ne zaman sizin elinizden çıktı?

        1970’te Atina’ya yerleşti ailem, ondan sonra sattı annem. Ailemin eviydi. Amcam da ailesiyle birlikte aynı evde oturuyordu.

        Kaç yıldır sizindi yani?

        Çok eski. Büyükbabamdan kalmaydı. Yazlıktı aslında ama 1942’de Varlık Vergisi ile babam tamamen meteliksiz kaldı. Borç içindeydi. Artık İstanbul’da ev kiralama ihtimali yoktu. Parası yoktu çünkü.

        REKLAM

        Mesleği neydi babanın?

        Bir ithalat şirketi vardı.

        Bütün varlığınız alındı ve siz İstanbul’da kalmaya devam ettiniz.

        Alındı evet. Kala kala o ev kaldı ve hepimiz o eve taşındık. 1942’de büyükbabam öldükten sonra Heybeliada’ya taşındık ve orada kaldık. 1956’da tekrar İstanbul’a taşınabildik.

        Nereye geldiniz, Kurtuluş’a mı?

        İlk önce Beyoğlu’na sonra Kurtuluş’a.

        Narin Apartmanı’na… Başa dönelim; senin ailen aslında Ermeni.

        Bu çok uzun bir hikâye. Benim dedem, yani dedemin ailesi çok zengin bir Ermeni ailesiymiş. Ben aileyi hiç tanımadım; sadece dedemin anlattıklarını tekrarlıyorum. Bu ailede, Yunanistan’ın Andros Adası’ndan gelip mutfakta çalışan bir kadın varmış. Yemekleri pişiriyormuş. Bu kadın bir gün büyük dedeme gidip “Yeğenimi Andros’tan getirip biraz evde alıkoyabilir miyim” demiş.

        Çalıştırmak istiyor yani…

        Tabii. Bir iş olsun, kalsın diye. “Tabii getir” demiş büyük dedem. Gelen kız 17 yaşındaymış. Ve dedem kızı gördüğünde hemen ona âşık olmuş. Babasına gidip, “Bu kıza âşık oldum, evlenmek istiyorum” demiş. Babası ona ters ters bakıp, “Sen, bizim aşçımızın yeğeniyle evleneceksin, üstelik de Yunanlı. Unut, olamaz” demiş. “Ama ben seviyorum” diye sızlanmış dedem. “Önemli değil, geçer” demiş büyük dedem ama geçmemiş. Babasını durmadan sıkıştırıyormuş. Sonunda babası demiş ki “Bak, sen bu kızla evlenirsen ben seni ertesi gün reddederim.” Dedem kızla evlendi, babası onu reddetti. O gün evden ayrıldı genç eşiyle. İki odalı bir ev bulup yerleşti ve o günden sonra hayatında bir daha Ermenice konuşmadı. İki oğlan, bir kız çocuğunu Rum okullarına gönderdi İstanbul’da. İki oğlu ve kızı Rumlarla evlendi. Çocukları, yani biz Rum okullarına gittik ve aile Rumlaştı.

        REKLAM

        “HİÇBİR ZAMAN ERMENİCE KONUŞMADIK”

        Artık Ermeni köken falan kalmadı.

        Ben hayatımda tek kelime Ermenice öğrenmedim. Aslında Rum ailesiydik, sadece ismimiz Ermeni’ydi. Başka bir şey yoktu. Ben ilk yazılarımı İstanbul’da yazdım. 1950’lerde İstanbul’da çok sevdiğim ve çok önemli Rumca bir edebiyat dergisi çıkıyordu. Adı Pirsos’tu.

        Ne demek?

        Meşale. Dergiyi Panayot Abacı çıkarıyordu. 1950’den 1965’e kadar çıktı sanırım. Benim ilk yazılarım Pirsos’ta yayımlandı.

        Türkçe mi yazdın?

        Yunanca. Çünkü evde Yunanca konuşuluyordu. Hiçbir zaman Ermenice konuşmadık. Dedem bile bizimle Rumca konuşuyordu.

        Bir tek baban herhalde Ermenice konuşmuş.

        Babam mecbur kalıp işi yüzünden biraz Ermenice öğrendi. Söylediklerine göre çok berbat konuşuyormuş, ben bilmiyorum. Her neyse, aile tamamen Rumca konuşuyordu. Ben ilk yazılarımı Pirsos’ta yayımlamaya karar verdiğim anda, o zaman daha lisede okuyordum. Kendime Petros Markaris adını koydum. Yazar adı olarak ilk orada kullandım. Ve o isim kaldı. Sonra Atina’ya döndüğümde yazdığım ister tiyatro oyunu olsun, ister çeviri, ister senaryo, her zaman Petros Markaris adını kullandım. Durum ne zaman değişti? İlk romanlarım Yunanistan dışında yayımlanmaya başladığında. Çünkü bana telif hakları Petros Markaris adıyla geliyordu. Ama kimlik kartımdaki isim Markaryan’dı.

        Bedros Markaryan.

        Her zaman bankanın müdürüyle çekişiyorduk. Bir gün bana, “Bakın, ben sizin için söylüyorum. Ben sizi tanıyorum, gelince hemen parayı hesabınıza aktarıyorum. Ama ben gidince başınız tekrar belaya girecek müdürle” dedi. “Ne yapayım peki” dedim. “İki çareniz var, ya yazar adınızı değiştireceksiniz, ya öz adınızı değiştireceksiniz” dedi. Ondan sonra ismimi değiştirdim ve Markaris oldum. Kızımın adı hâlâ Markaryan, o değiştirmedi.

        O Ermenilik konusunda direniyor mu?

        REKLAM

        Yok hayır. “Sen değiştirdin, ben değiştirmem” diyor. Kız kardeşimin de adı Markaryan hâlâ. Bir ben değiştirdim.

        Yunanistan’a geliş nasıl oldu? Aile ne zaman geldi, sen ne zaman geldin?

        Ben 1964’te geldim ama İstanbul’dan değil Viyana’dan.

        1964’te Türkiye’den Yunanistan’a bir Rum tehciri daha yaşanıyor çünkü.

        Biliyorum. Ben Türk vatandaşıydım o zaman. Viyana’da sözüm ona okuyordum. O da başka bir karışık hikâye. Ben Heybeliada’da Rum ilkokulunu bitirdikten sonra bir Rum lisesine gitmedim. Ne Zoğrafyon Lisesi’ne gittim ne Fener Lisesi’ne. Babam beni Avusturya Lisesi’ne gönderdi. Neden? Ben ortaokula 1949’da gittim. 1949, Alman ticaret-iktisat mucizesinin başlangıcıydı. Babam dünyanın ticaret dilinin Almanca olacağından emindi. Benim de İstanbul’daki işini alacağıma inanıyordu. Onun için Almanca öğrenmeliydim. Beni Avusturya Lisesi’ne gönderdi. Her iki nokta da yanlış çıktı. Ne Almanca dünyanın ticaret dili oldu, ne ben onun işinin başına geçtim. Ama Almanca öğrendim.

        Bir bilezik daha taktın koluna.

        Tamam. Bir de o yetmiyormuş gibi, benim iktisat okumamı istiyordu. Ben iktisattan nefret ediyordum. Bu sürede de durmadan yazıyordum. Yunanca yazdığım için yazdığım dili konuşan ülkeye, Yunanistan’a geldim 1964’te. Buraya yerleştim. Yıllar boyunca hafta sonu yazarıydım. Ne demek? Bütün hafta herhangi bir işte çalışıyorsun geçinebilesin diye, cumartesi öğleden sonra ve pazar günü yazar oluyorsun. Ben yıllarca hafta sonu yazarıydım.

        Ne iş yaptın peki?

        İktisattan nefret ediyordum ama ne iş yaptım biliyor musun? Yunanistan’ın en büyük çimento şirketinin ihracat şefi oldum. Bunun nedeni iktisat bilgilerim değil, dil bilgilerimdi. Almanca, İngilizce… 1966’dan 1979’a kadar ihracat şefi olarak çalıştım orada. Hafta sonu da yazı yazıyordum.

        REKLAM

        “YALNIZLIĞI KOVİD’LE KEŞFETMEDİK, HEP VARDI”

        İlk romanın ne zaman çıktı?

        Çok sonra. Ben tiyatro yazdım, Almanca’dan çok çeviri yaptım. Ondan sonra Theo Angelopulos’la senaryoya döndüm. Senaryo yazarken, 1990’ların başında birden karşıma benim komiserim ailesiyle çıktı. Nasıl orada yazı masam var, tam orada önümde duruyormuş gibiydi.

        Polisiye romanlarının kahramanı olan komiser.

        Komiser kahramanım, eşi ve bir çocuk. O zaman çocuğun kız olduğunu tam kestiremiyordum. Normal bir alt orta sınıf, küçük burjuva Yunan ailesi.

        Kostas Haritos ve ailesi.

        Tamam. O zaman ilk tepkim, aman bırak, o kadar küçük burjuva yazdın, yeter artıktı. Uğraşmak istemedim. Ama adam o kadar inatçıydı ki, gitmiyordu. Her sabah orada karşımda görüyordum onu. Bu bir işkenceye döndü. Çünkü adama baka baka doğru dürüst senaryo yazamıyordum artık. Bir gün kendi kendime, bu adam bana böyle işkence yapıyorsa ya polistir ya diş doktoru dedim. Sonra dedim ki, diş doktoru kahramanla ne yapabilirsin? Polis olmalı. Böylece Kostas Haritos doğdu. Ondan sonra Haritos’un adını, soyadını, eşinin adını, çocuğunun kız olduğunu her şeyi çözdüm. Artık yazmadığım zamanlarda bile bir çeşit ailem oldular. Bunlarla yaşıyorum artık ben.

        Ailen artık Kostas Haritos ve ailesi oldu yani.

        Onlarla beraber yaşıyorum.

        Oraya döneceğiz. Heybeliada günlerine dair ne hatırlıyorsun? Bir tortu olarak kafanda mutluluk mu var, hüzün mü? Arkadaşların var mı, hâlâ görüşüyor musun?

        Biliyor musun, benim son bir e-kitabım çıktı. Bu hikâye kitabıma bir yazı ekledim. “Ada Boşluğu ve Bisiklet” diye. Heybeliada’da yaz-kış arasında benim için her yıl durmadan ortaya çıkan farkı anlatıyorum. Yazın aileler geliyordu, arkadaşlarım vardı, beraber çok iyi vakit geçiriyorduk. Bisikletle, kızlarla dolaşıyorduk. Eylül ayında okullar açılıyordu, bütün arkadaşlarım İstanbul’a dönüyordu. Ve ben yapayalnız adada kalıyordum. Bu, Avusturya Lisesi’ne gittiğimde daha kötü oldu çünkü sabah vapurla adadan İstanbul’a okula gidiyordum, öğleden sonra saat dörtte vapurla adaya dönüyordum. Yalnızlıktan şehre, şehirden yalnızlığa; öyle bir hayatım vardı. Bu bende çok derin izler bıraktı.

        Yalnız yaşamayı öğrendin.

        Yalnızlığı öğrendim ve bu yazıyı neden ekledim biliyor musun? Çünkü bu son kitabımda Kovid için dört hikâye var. Son yazıyı şunu anlatmak için ekledim: Yalnızlığı Kovid’le keşfetmedik. Her zaman yalnızlık vardı hayatımızda. Onu demek istedim.

        REKLAM

        “İSTANBULLULUK ÇEŞİTLİLİKTEN GELİR”

        Heybeliada’dan sana kalan duygu yalnızlık yani. Fakat sen aslında o kadar zenginsin ki, bir tarafın Ermeni, bir tarafın Rum, bir tarafın Türk. Çok zengin bir kültürel karışım bu. Bu karışım sana ne verdi ve sen daha çok kendini nereye ait hissediyorsun?

        Bak. Aslında, Rum, Türk, Alman…

        Ermeniliği hep reddettin tamam.

        E yoktu. Ermeni cemaatiyle hiçbir ilişkim yoktu. Ben İstanbul’dan ayrıldığımda üç dilliydim. Rumca, Türkçe, Almanca. Her üç dili çok iyi konuşuyor ve yazabiliyordum. Bu bir zenginlikti benim için. Onun dışında başka bir zenginlik vardı. İstanbul’un hayatı. Sana bir örnek vereceğim. Avusturya Lisesi biliyorsun Kuledibi’nde hâlâ. Kuledibi’nden İstiklâl Caddesi’ne çıkıyordum. Taksim’e doğru yürürken aynı zamanda Türkçe, Ermenice, Rumca, Yahudice, Fransızca ve İtalyanca duyuyordum. Aynı anda altı dil.

        Şimdi daha çok Arapça duyarsın.

        Dönüp bakmıyordum bile çünkü İstanbul’un hayatı buydu. Bu benim için büyük bir zenginlikti.

        Zaten “İstanbulluluk çeşitlilikten gelir” diye bir cümlen var.

        Bu benim için gerçekten büyük zenginlikti. Bunun faydası çok büyük oldu. Bir kere zihnim açıldı. Beynim açıldı. Çok daha kolay anlıyordum. Ben İstanbul’dan Viyana’ya gittiğimde “Çok güzel şehir ama bir Avusturya şehri” dedim. Fransızların dediği gibi “mültikültürel” (çok kültürlü) tarafı yoktu. Ama İstanbul köküne kadar mültikültüreldi o zaman. Kızım İstanbul’a âşık. Atina’da doğdu, Atina’da büyüdü ama çok düzgün Türkçe konuşuyor. Burada öğrendi. Ve İstanbul’a âşık. Ama değişik bir İstanbul seviyor. Benim yaşadığım, büyüdüğüm İstanbul’u sevmiyor. Çünkü yok.

        O neyini seviyor peki?

        REKLAM

        Ben 1960’ta İstanbul’dan ayrıldığımda nüfusu 1.5 milyon falandı. Şimdi 20 milyona yakındır. Tabii değişecek, normal bu. 64’ten bugüne Atina da tamamen değişti. Başka bir kent oldu.

        Senin yürüdüğün İstiklal Caddesi’nde artık o sesleri de duyamıyorsun.

        İmkânsız tabii.

        Daha çok Arapça, belki biraz Türkçe konuşuluyor. Senin “vatanım” dediğin yer neresi?

        Kürşad benim vatanım yok. Çünkü İstanbul hayatımda, o zamanın atılgan milliyetçiliği beni daima bir adım geri tuttu. Anladın mı? Ama aynı zamanda benim Yunanistan’la da ilişkim normal bir Yunanlının ilişkisi değil. Ben ne iç savaşı yaşadım Yunanistan’da, ne Alman işgalini, ne iç savaştan sonraki zor hayatı. Bundan dolayı benim duygu katılışım yok. Benim vatanım aslında bir şehirdir. İstanbul. Bazen soruyorlar bana burada “siz Yunanlısınız” diye, ben diyorum “İstanbulluyum.” Bana vatan olarak en yakın İstanbul’dur.

        Çünkü orada kendini mutlu hissetmişsin.

        Mutlu hissettim, orada büyüdüm, oradaki hayatım ve oradan gelen anılarım hâlâ çok canlı benim için.

        Kızın neden Türkçe öğrendi?

        Benimle bir kere İstanbul’a geldi. Şehri dolaştı ve İstanbul’a âşık oldu. Ondan sonra sık sık gitti. Ya yalnız ya benimle. Sonra burada Türkçe ders veren bir Türk arkadaş edindi. Onunla Türkçe öğrendi. Yunan şivesiyle ama şimdi çok düzgün Türkçe konuşuyor.

        O da kendini İstanbul’a ait hissediyor.

        İstanbullu sayıyor, biliyorum.

        “GERİLİMİN İKİ HALK ARASINDA KARŞILIĞI YOK”

        Peki ayrıldıktan sonra İstanbul’a ilk ne zaman gittin?

        1976’da. 1970’te aslında babam geldi. O zaman bir neden yoktu benim İstanbul’a gitmem için. Babam sonra vefat etti. 1976’da ilk kez tekrar İstanbul’a gittim. Bir neden vardı ama şimdi hatırlamıyorum.

        Kurtuluş hikâyesi ne zaman başladı?

        REKLAM

        1954’te İstanbul’a Beyoğlu’na gittik. 1956’da babam Kurtuluş’ta, Narin Apartmanı’ndaki daireyi buldu. Akarca Yokuşu’nun başında. Ve oraya yerleştik. Çok güzeldi gerçekten.

        Yunan vatandaşlığını alma konusunda da sıkıntı yaşamışsın. O zaman cunta hükümeti var burada.

        1974’te diktatörlük sona erdikten sonra alabildim Yunan vatandaşlığını. Çünkü öyle bir yasa vardı. Ermeni kökenliler Yunanistan’da yurtsuz kabul edildikleri için Yunan vatandaşlığını alabiliyorlardı. Ama bana vermediler. Çünkü yazardım ve diktatörlük benim yazılarımı solda, beni solcu sayıyordu. Diktatörlük 1974’te bittikten bir hafta sonra Yunan vatandaşlığını aldım.

        İki ülke birbirine bir hayli benziyor. Yakın dönemlerde cunta iktidarı yaşandı. 60’larda Almanya’ya hem Yunanistan’dan hem Türkiye’den işçi göçü yaşandı. Mübadelelerle nüfuslar birbirine karıştı. İzmir Yeni İzmir oldu burada, Heybeliada Halki. Oradan gelenler ve buradan gidenler kendi anılarıyla geldiler ve gittiler.

        Evet, kendi anılarından bir isim veriyorlardı çok doğru. O bağlantıları korumaya çalışıyorlardı. Nea Simirni yani Yeni İzmir semti Atina’nın en güzel semtlerinden biridir. Heybeliada’nın Rumcası Halki’dir. Rodos’ta Halki diye bir ada var.

        Sen iki ülkeyi de biliyorsun. Bu süreçte iki ülke arasında düşmanlık da beslendi. Normal miydi bu düşmanlık, kavga? Bunun Yunan toplumunda bir karşılığı var mı? Yunanlılar Türkleri sevmiyor mu? Sen nasıl görüyorsun?

        Biliyor musun, onun için politika konuşmak istemiyorum demiştim sana. Neredeyse yüz yıla yakın süren bu çekişme, yalnız beni yoruyor diyemem, beni aynı zamanda çileden çıkarıyor. Burada oturup çözülmeyecek bir problem de yok. Ama iki ülke arasındaki kötü anılar iyi anıları yok ediyor. Şunu söylemeliyim. Son yıllarda politikacıların ve devletlerin yapamadığını halk yapabiliyor. Git adalara, yazın Türklerin Yunan adalarına gelişini, Yunanlıların onları nasıl karşıladıklarını gör. Ne kadar sevgiyle, yakınlıkla…Türkler de ne kadar seviniyorlar bundan. Devlet veya politika çekişmesi halk seviyesinde yavaş yavaş sönüyor demek.

        REKLAM

        Karşılığı yok yani.

        Karşılığı olmuyor demek. Bütün yaşananların en iyi tarafı budur. Aynısını Yunanlılarda görüyorum. İstanbul’a gidiyorlar, “Aman ne güzel, konuşuyoruz“diyorlar; “Ne kadar iyi karşılıyorlar bizi.” İzmir’e gidenler aynı şeyi söylüyor. Yani halk seviyesinde bu gerginlik, öbürüne biraz yan bakmak kayboluyor. Bunu görüyorum.

        Dün Selanik’teydim, Atatürk’ün Evi’ne uğradım.

        Müze oldu şimdi.

        Evet, konsolosluk yanında. Tabii Atatürk hem Yunanlılarla savaştı, hem de 1930’larda Venizelos’u davet etti, oturdular konuştular…

        Bak görüyor musun, örneği sen verdin. İkisi büyük bir savaş yaptı. Ama zamanı geldiğinde her iki politikacı “bunu çözmeliyiz” dediler. Oturdular ve çözümü bulduktan sonra inan bana, iki ülke arasında en iyi ve en rahat zaman yaşandı. O kadar yakınız ki aynı yemekleri yiyoruz, bana söyletme. Karagöz Lokantası hikâyemi göndereceğim göreceksin. Bunu anlatıyorum.

        Yediğin aynı, giydiğin aynı, iklimin aynı, dertlerin aynı…

        İstanbul’a gidip “patlıcan imam” istiyorum desen, imam bayıldı getirirler. Dolma desen domates-biber dolması gelir.

        Tabanda bir sıkıntı yoksa üstten mi körükleniyor bu gerilim?

        Önemli bir kısmı yalnız Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıklar, çekişmeler değil; her iki ülkenin Balkan ülkeleri üzerindeki etkisiyle de bağlantılı. İkincisi, çok uzun süren bu çekişmede her iki taraf kolay kolay geri adım atamıyor. Çünkü bunun politikada etkileri ve tepkileri var. Ama sen Atatürk-Venizelos örneğini çok iyi verdin. Şu anda otursalar, çözeceğiz deseler, inan bana uzak olmayan bir zaman içerisinde her şeye çözüm bulunur. Çünkü ortada çözülemeyecek bir şey yok.

        “ONLAR İKLİMİ BİTİRİP PARAYI ALDI, BİZ KONUŞUYORUZ”

        Aslında dediğim gibi iki ülke 1960’lardan sonra benzer süreçler yaşadı. Sen romanlarında da toplumun yozlaşmasından bahsediyorsun. Özellikle 1960’lardan itibaren bilgiye önem veren, okuyan toplum yavaş yavaş başka bir formata büründü ve kapitalizmin iyice kendini dayatmasıyla rekabet arttı, para her şeyin önüne geçti, önemli değerler kaybedildi. Bunu anlatır mısın biraz?

        Evet haklısın. Finans dünyasının toplum üzerindeki olumsuz etkilerini anlatan 3-4 romanım var. Ve bunu yazmaya devam ediyorum. Çünkü beni çok endişelendiriyor ve bunu çok tehlikeli buluyorum.

        REKLAM

        Nasıl dönüştü toplum bu süreçte? Ne bozuldu sence?

        Şu anda herkes “yatırım” diyor. Ben ne Marks’tan bahsedeceğim, ne soldan. Keynes’in dediği gibi “yatırımla kalkınma” var, ama aynı zamanda kalkınmanın bir de “servetin dağılımı” diye bir tarafı da var. Bununla kimse ilgilenmiyor.

        Böylece eşitsizlik artıyor.

        Artıyor. Şu anda, sen ben bir işimiz olsa, ayda 50 Euro kazansak, “işsiz değil çalışıyor” diyecekler. Ama 50 Euro’ya yaşanmaz. Öyle değil, “çalışıyor.” Bu çok tehlikeli. Tehlike başka bir yerden daha geliyor. Şu anda ne tabiatı, ne iklimi dikkate alıyor bu insanlar. Geçen gün bir Alman gazeteciyle konuşuyordum, “Siz bu iklim meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz Bay Markaris” dedi. “Bakın” dedim, “Siz Woody Allen’ın “Take the Money and Run” (Parayı Al ve Koşmaya Başla) filmini hatırlıyor musunuz?” “Tabii” dedi. “E şimdi iklimi berbat edenler parayı aldı, biz hayatımız için koşuyoruz” dedim. Budur, başka bir şey yok.

        Onlar parayı aldı biz koşuyoruz.

        Tabii. Onlar parayı aldı, ceplerini doldurdu biz hayatımızı kurtarmak için koşuyoruz. Benim roman türüm Avrupa polisiye romanında Akdeniz polisiyesi olarak değerlendiriliyor. Kim var başka? İspanyol Manuel Vazquez Montalban, İtalyan Andrea Camilleri -ki çok yakın dostumdur-, İtalyan Leonardo Sciascia. Bu yazarların yarattığı roman türüdür.

        İspanyol Arturo Perez Reverte de var.

        Evet. Daha başkaları da var. İspanyol Carlos Zanon gibi. Bizim için bu Akdeniz romanı sadece bir polisiye değil, bir toplumsal roman değil, aynı zamanda bir politik romandır. Farkımız bu.

        Yani bu romanlarda karakterler ölmüş olmak için ölmezler. Bir anlamı vardır.

        Ve yazar, sırf okur katili bulmasın diye tuzak kurmaz. Kimse ilgilenmiyor bununla. Bu bir. Aslında biraz eskiye dönüp baksak, bu 19. yüzyıl romanıyla aynı şey. 19. yüzyıl romanlarının çoğu bir polisiye hikâyesiyle başlıyor. Sefiller öyle, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı öyle, Karamazof Kardeşler öyle. Balzac’ın, Zola’nın birçok romanı böyle. Bütün bu yazarlar, bir polisiye hikâyesinden başlayarak toplumlarını anlatıyor, toplumlarının kötü taraflarını dile getiriyorlardı. Biz de aynısını yapıyoruz aslında.

        REKLAM

        “GENEL EĞİTİM GERİLİYOR, BU ÇOK TEHLİKELİ”

        Yunanistan ve Türkiye’deki toplumsal yozlaşmaya dönersek: Sen Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne girmesinin toplumsal açıdan çok da olumlu sonuçlar doğurmadığını söylüyorsun. AB’den para geliyor ve kolaycılık başlıyor…

        Ben her zaman Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne katılmasından yanaydım.

        O başka bir şey. Ama bu gençlerde bir kolaycılığa da yol açmadı mı?

        Şu anda bir gençlik problemi var ama sadece Yunanistan’da değil. Türkiye’de de, Fransa’da da, İtalya’da da, her yerde var. Kolaycılık probleminin kökeni aslında bence eğitim sisteminin değişikliğidir. Yunanistan’da da var bu, Avrupa’da da. Şu anda bu gençler ne okuyacaklarsa bütün eğitim ona dönüyor. Sadece onunla ilgileniyorlar. Bir “genel eğitim” yok. Genel eğitimsiz “citoyen” yani vatandaş olamaz. Genel eğitim gittikçe bütün Avrupa’da, Yunanistan dahil, geriliyor. Bundan çok endişeliyim.

        Yani gençler ne olmak istiyorsa ona mı yoğunlaşıyorlar sadece?

        Sen ne olmak istiyorsun? “Efendim ben avukat olmak istiyorum.” Ona çalış sadece. Oysa biraz tarih bilmeli, toplumsal bilgiler almalı…

        Biraz edebiyat bilmeli…

        Edebiyat dedin, ben sana bir hikâye anlatacağım şimdi. Avusturya Lisesi’nde bir edebiyat hocam vardı: Mahmedet Şahinler. Mahmedet Avusturya Lisesi’ne geldiğinde daha üniversiteyi yeni bitirmiş çok genç bir kadındı.

        Mahmedet ne güzel isimmiş.

        Sınıfta da çok konuşurdu bizimle çünkü çok gençti. Bir gün beni çağırdı ve “Sana üç kitap vereceğim, bunları oku” dedi. “Tamam hocam” dedim. Orhan Kemal’in bir romanını, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirlerini, Oktay Rifat’ın şiirlerini verdi. Aldım okudum, çantamda taşıyordum. Bir gün gelip “Okudun mu” dedi. Evet, dedim. “Ne anladın” dedi. Başladım anlatmaya. Kitapları çıkardım. “Kalsın, sana faydası daha çok olacak” dedi. Mahmedet sekiz yıl önce öldü. Ölmeden bir yıl önce, Avuısturya Lisesi’nden bir uzak akrabam onunla görüşmeye gitmiş. Demiş ki Mahmedet’e, “Sizin Markaryan diye bir öğrenciniz vardı, hatırlıyor musunuz?” “Tabii ki hatırlıyorum” demiş. “Biliyor musunuz, o şimdi çok tanınmış bir yazar oldu.” “E daha başka ne olacaktı ki” demiş Mahmedet. Görüyor musun? Aradaki fark bu.

        Onları sana vermeseydi belki sen yazar olmayacaktın.

        Kürşad, biliyorsun ben önce Türk edebiyatını okudum. Okumadığım, o zamanın tanınmış yazarı yok. Sait Faik’ten başla, Fakir Baykurt, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Melih Cevdet, Oktay Akbal, hepsini okudum.

        REKLAM

        Ama Avrupa edebiyatını da okudun.

        Ondan sonra Almancayı öğrendiğimde yavaş yavaş açıldım. Yunan edebiyatını da okudum, Alman edebiyatını da, Avrupa edebiyatını da. Her gördüğüm kitabı okurdum. Yok Yunanlı o, Alman bu; benim kafamda böyle bir sorun yok.

        Türk edebiyatı senin yazmanı nasıl etkiledi peki? Sende iz bırakan kim?

        Bana etkisi çok olan iki yazar var. Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar.

        Huzur’la, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle, Kürk Mantolu Madonna’yla bambaşka bir dünya.

        Hepsi. Ama diyorum sana, aynı zamanda Sait Faik’i okuyordum durmadan.

        Tanpınar daha çok Doğu-Batı ikilemi üzerinde durur. Onda seni çeken ne vardı?

        Doğu-Batı üzerinden Türkiye’ye bakışı. Beni çok etkiledi. İnsanlara nasıl bakmam ve nasıl karakter yaratmam gerektiği konusunda bana çok yardımcı oldu.

        Senin romanlarında Kostas Haritos üzerinden vermek istediğin mesaj ne topluma?

        Bak bende iki yön var. Öncelikle ben bir roman yazmak için çok öfkelenmeliyim, yani çıldırmalıyım. Orada bir şey oluyor ve ben çileden çıkıyorum. Sonra “Ben şimdi bir roman yazmalıyım“ diyorum. Ve roman yazmanın ilk hedefi benim için, okuru bir adım öteye, düşünmeye sürüklemektir. Biraz daha düşün. Her dediklerini tam öyledir diye kabul etme. Bu neden böyle oluyor? Ve ikincisi, durmadan soru sor.

        “ARTIK SOL BİR ŞEY YAPMIYOR, HALK YAPIYOR”

        Futbol takımları, bankacılık, offshore, kısa yoldan zengin olma senin romanlarında da işlediğin konular ve aynı zamanda bunları eleştiriyorsun tabii. Toplumun böyle gitmeyeceğini söylüyorsun. Değişir mi toplum sence, daha iyiye gider mi? Kısa yoldan bir şeylere ulaşma çabası biter mi?

        Bu çaba hiçbir zaman bitmeyecek. Toplumun değişmesi yalnız okumakla olmuyor, aynı zamanda zorluk ve çile çekmekle oluyor. Okumak bunun bir yönü ve tabii ki önemli ama tek başına yetmiyor. Zorlukları anlamak ve onlara karşı çıkmak çok önemli. Durmadan söylediğim bir şey var, Avrupalılara sürekli anlatıyorum. Artık bu Avrupa ülkelerinde fakir sınıflara destek olacak bir sol kalmadı. Benim yaşadığım zamanlarda öyle bir sol vardı. 1964’te Yunanistan’da, bir sol parti vardı ki her zaman fakirlerin yanındaydı, her zaman onları sokağa çıkarıyordu, her zaman bir şeyler istiyorlardı. Şu anda Avrupa’daki sol partilerin hepsi iktidarda olmak istiyor.

        REKLAM

        Çok fazla siyaset bilimciyle konuşuyorum. Onlar zaten siyasi olarak sol partilerin çöktüğünü söylüyorlar. Zorluk çeken sınıfların taleplerini dile getirecek, onları politikaya yansıtacak bir siyasi yapı maalesef yok.

        Yok. Bu çok kötü ve tehlikeli ama. Çünkü bu sol partilerin kenara çekilmesi, sağcı, popülist partilere meydanı bırakıyor. Bu bir. İkincisi, bence bundan gayrı, artık bu insanlar, bu sınıflar kendileri başkaldıracak. Başka bir şeyden destek bulamıyorlar çünkü. Sarı Yelekliler Fransa’da, Sardalyalar İtalya’da, aynı şeyler oluyor. Bunlar kendi kendilerine çıkıyorlar. Tamam güzel bu, iyidir, bir adım ileridir ama tehlikelidir aynı zamanda.

        Çünkü karşılığını bulamıyor…

        Karşılığını bulamıyor ve herkes manipüle edebiliyor bunları. Bunları savunacak ve koruyacak kimse yok.

        Güney Afrika’da yoksullar ayaklandı, Küba’da aynı şey yaşanıyor.

        Çin’de de oldu. Artık bunu yapan sol değil halk ama. Kendi kendilerine başkaldırıyorlar ve “böyle devam edemez” diyorlar. Aferin, iyi ki de yapıyorlar. Seviniyorum. Ama diyorum ki, bunu yaptıktan sonra bu adamların isteklerini ve dileklerini dile getirecek hangi parti var? Ben bunu göremiyorum.

        İşin bir de şu boyutu var. Sovyetler Birliği çökmeden önceki dünya iki kutupluydu. Biri bir şey söylüyordu, karşıdan başkası başka bir şey söylüyordu. Farklı fikirler ortaya çıkıyordu ve akıl baliğ insanlar neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebiliyordu. Sonra bir kanat çöktü, diğeri yükseldi. Ama tek başına yükseldi. Risk burada.

        Tabii. Ben bunu çok defa tekrarladım. Dedim ki, belki bazıları sosyalist ülkelerin tarafındaydı, bazıları kapitalist ülkelerin tarafındaydı ama önemli olan, bir denge vardı. Bu denge kayboldu ve gemi batıyor. Bir yana yattı. Tehlikeli olan budur.

        YARIN: ANGELOPOULOS’LA NASIL TANIŞTI? ONDAN NELER ALDI, ONA NELER VERDİ? “SONSUZLUK VE BİR GÜN” ASLINDA NE ANLATIYOR? GÖÇMENLERLE İLGİLİ NE DÜŞÜNÜYOR?

        Diğer Yazılar