Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yeni Zelanda’da cami tarayıp 50 Müslüman’ın canını alan Brenton Tarrant isimli cani bir ara Türkiye’ye gelmiş ve Tokat’a kadar gidip Fatih zamanında Tokat Kalesi’ne kapatılmış olan sonraki senelerin meşhur “Kazıklı Voyvoda”sı Vlad’ın hapsedildiği mekânı ziyaret etmiş!

        Brenton Tarrant’ın silâhları ile şarjörlerinin üzerinde yeralan ve geçmişte Müslümanlar’a, özellikle de Türkler’e karşı mücadele eden birçok tarihî şahsiyeti ve ile Avrupa’daki önde gelen neonazilerin adlarını biraraya getirmenin onun gibi bir caninin yapabileceği iş olmadığını, zira böyle bir listeyi en baba bir tarihçinin bile tek başına hazırlamasının imkânsızlığını, dolayısı ile arkasında ırkçı, terorist, sapık, vesaire ama bilgi bakımından donanımlı bir şebekenin mevcut bulunduğunu geçen hafta yazmıştım…

        Tarrant’ın Türkiye’ye geldiği sırada Tokat’a gittiğinin ortaya çıkması, “Bu herif tek başına iş görmüyor, arkasında Türk ve Müslüman düşmanı ama bilgi bakımından gayet donanımlı bir güruh var” diye düşünmekte haklı olduğumu gösterdi…

        Herifin tâââ oralara kadar gitmesinin sebebi, tarihlere “Kazıklı Voyvoda” diye geçen Eflâk Prensi Vlad Tepeş’in Fatih Sultan Mehmed zamanında Tokat Kalesi’ne hapsedildiği iddialarının mekânını görmekmiş; hattâ oteldeki odası da Vlad’ın kalede kapatıldığı yere bakıyormuş!

        Kazıklı Voyvoda’nın Tokat Kalesi’ne hapsedilmesinden bizim tarihlerimizde pek bahsedilmez. Kesin olup olmadığı hâlâ tartışılan bu mesele Orta Avrupalı, özellikle de Romen tarihçiler tarafından ortaya atıldı ama iddialar kesin kaynaklara dayanmıyor, sadece ihtimaller üzerinden götürülüyordu. Kazıklı Voyvoda’nın Tokat’ta kaleye kapatıldığı iddiası nihayet Kanadalı kurgubilim yazarı Chris Humphreys’in Vancouver’de 2008’de yayınladığı “Vlad: The Last Confession” yani “Vlad: Son İtiraf” isimli romanında tekrarlandı, tarihçilerimiz ise Tokat meselesinden çok daha yakın bir geçmişte haberdar oldular.

        Günün birinde Brenton Tarrant adında bir serseri çıkacak da, okuyup araştırmalarının neticesinde Kazıklı Voyvoda’nın Orta Avrupa’da yayınlanmış bir-iki tarih kitabında bahsi geçen ama kesinliği ispatlanamayan bu Tokat macerasını öğrenecek de, ilk baskısı Kanada’da yapılan romanı da okuyacak ve sonra Vlad’ın yaşadığı iddia edilen mekânları görebilmek için Avustralya’dan yahut Yeni Zelanda’dan kalkıp Tokat’a gidecek de…

        İnananı!...

        Kazıklı Voyvoda ve Tokat meselesi bile, Tarrant’ın bütün bu işlerde tek başına olmadığının mükemmel bir örneğidir ve Türkiye’de gittiği diğer yerlerin de ortaya çıkartılması hâlinde daha kimbilir ne ayrıntılar gözler önüne serilecektir…

        Dolayısı ile adamın Christchurch’teki soğukkanlı katliamını ciddî bir araştırma ve incelemenin neticesinde yaptığını sakın düşünmeyin ve böyle bir ihtimale hiç inanmayın! Katliamın teknik ayrıntılarını şimdilik bilemiyoruz ama Tarrant’ın seyahatleri ile silâhlarının ve şarjörlerinin üzerindeki isimleri bu işleri bilen bir ekibin dizenlediği apaçık ortadadır… Tarihçilik Amerika’da son senelerde artık dibe vurduğu için Tarrant’ı ortaya süren ekibin akademik kadrosu içerisinde Amerikalı, hattâ Anglo-Sakson tarihçilerin bulunması pek mümkün değildir ve bu iş söylediğim gibi Orta Avrupalı, Romen ve Balkan memleketlerindeki uzmanların marifetidir.

        DAEŞ’E KADAR UZANAN HAYAL!

        Brenton Tarrant’ı kimlerin ortaya sürdükleri konusunda şimdilik malûmat sahibi değiliz fakat aynı kafada olan ama işini Tarrant gibi eline silâhı alıp dangıl dungul şekilde ve katliamlarla değil sessizce, görünürde de nazik şekilde götüren birçok kuruluş vardır ve “Charles Martel” Klüpleri de bunlardan biridir…

        686 ile 741 arasında yaşayan Charles Martel, Frank Krallığı’nın çok önemli bir devlet adamı ve generali idi. 10 Ekim 732’de Endülüs Emevi ordusunu Poitiers’de mağlûp ederek Müslümanlar’ın Avrupa’nın tamamını ele geçirmelerine engel olmuş, Emevi ordusunu İspanya’ya çekilmeye zorlamış ve neticede Hristiyan Beyaz Avrupa’nın kaderini tayin etmişti.

        Poitiers Savaşı’ndan sonra ismi efsane hâline geldi, bu efsane hâlâ devam ediyor ve bugün Avrupa’da ve Amerika’da Charles Martel’in ismini taşıyan aşırı milliyetçi gruplar ile klüpler falaaliyet gösteriyorlar…

        Meselâ, Cezayir’de 1954’ten 1962’ye kadar devam eden savaş sırasında iki milyon Cezayirli’yi yerinden yurdundan eden, 250 bin sivilin canını alan, bütün yargısız infazları, insanlık dışı işkenceleri ve Müslümanlar’a karşı işlenen diğer bütün zulümleri yapan, Fransız Ordusu’nun içerisindeki “Charles Martel Grubu” idi! Grubun üyeleri Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasınan sonra da durmadılar, evlere ve devlet dairelerine saldırmaya devam ettiler, Cezayir’i 80’lerin sonuna kadar kasıp kavurdular, hatta bir ara Paris’te darbe yapmaya bile kalktılar…

        Charles Martel Klübü şimdi süngüsü düşmüş vaziyette de olsa Fransa’da hâlâ faaliyette ve kuruculuğunu Jean-Marie Le Pen’in yaptığı aşırı sağcı Ulusal Cephe’yi bile “yumuşak” buluyor!

        Fransızlar’ın bu teşkilâtı zamanla Amerikalılar’a da ilham verdi ve 2001’de Atlanta’da “Charles Martel Society” adı ile bir grup kuruldu. William H. Regnery isimli Chicago’lu bir zenginin beyaz milliyetçilerinin düşünce kuruluşu olan NPI, yani “The National Policy Institute - Ulusal Politika Enstitüsü” ile birlikte kurduğu grubun parası “baba” Regnery’nin 1947’de CIA’nin katkısıyla hayata geçirdiği “Regnery Publishing” isimli yayınevinden geliyor. Yayınevi, neo-con hareketin merkezlerinden olan Chicago Üniversi’tesinde yuvalanmış kalburüstü muhafazakâr Amerikan akademisyenlerin 70 seneden buyana kitaplarını basıyor ve bu adamları parlatıyor…

        Ve, işin daha tuhaf tarafı: Bazı Amerikalılar, DAEŞ’e karşı yürütülen mücadelede şimdi Charles Martel’in ismini kullanıyor ve üzerinde “Hırıstiyanlığın kurtarıcısı Charles Martel, İŞİD teröristlerine karşı!” yazılı afişler bastırıyorlar!

        Charles Martel Grubu ve Klübü hakkındaki bu güncel bilgileri, Alev Alatlı’nın önümüzdeki aylarda çıkacak olan bir kitabından naklettim. Alev Abla ile geçen gün konuşurken sohbet bu konuya geldi, sağolsun, kitabının klüplerden bahseden kısmını gönderdi ve bu bölümleri birkaç paragraf haline getirerek sizlere naklettim…

        Brenton Tarrant’ın arkasında bu grupların yahut benzerlerinin bulunduğu yolunda açıkça iddiada bulunamam ama bunlara benzer birşeylerin mevcudiyetini tahmin edebilir, elindeki nefret listesinin de Orta Avrupalı ırkçı ve geçmişi iyi bilen bir güruh tarafından hazırlandığını kat’î şekilde söyleyebilirim.

        “SURİYELİLERE” DEĞİL, “SURİYELİLER’E”!

        Geçen gün bir belediye başkan adayının hazırlattığı ve üzerinde “Fatih’i Suriyeliler’e teslim etmeyeceğim” yazan afişteki zihniyet ile dünyanın dört bir tarafında ortaya çıkan neonazilerin, neofaşistlerin, vesairenin atıp durdukları “Türkler” yahut “Müslümanlar dışarı!” sloganları arasında zihniyet bakımından hiçbir fark olmadığını yazdım. Üstelik, hayallere dalıp böylesine utanç verici sözler eden adayın Türkçe imlâyı doğru dürüst bilmediğini, “Suriyeliler’e” şeklinde yazılması gereken ifadeyi “Suriye’lilere” diye yazdığını söyledim…

        Öküzün altında buzağı arama derdine düşüp hatâ ve yanlış bulmaya çabalayan ne çok meraklı varmış! Türkiye’ye ve İstanbul’a hiçbir şekilde yakışmayan bu rezil afişi bir tarafa bırakıp imlâdan bîhaber olduğum yolunda sosyal medyada yazıp durdular ve bana da dünya kadar mail gönderdiler…

        “Suriye’lilere” değil “Suriyelileler’e” diye yazılması gerektiğini söylemekle yanlış yapıyormuşum, imlâ işinde ben de cahil imişim, kelimenin doğru imlâsı “Suriyelilere” imiş, zira sonuna bilmemne eki alan kelimelerde ekten önce kesme işareti kullanılmazmış!

        Hayır efendim! O kelime “Suriyeliler’e” diye yazılır!

        Ben, yazılarımda hocaların ve eğitimde kalitenin yüksek olduğu 1960’lı senelerde öğrendiğim imlâ kurallarını kullanıyorum. Bu kurallardan biri de “özel isimlerin hepsinin büyük harfle başlaması ve ilk harfi büyük olan kelimeler sonlarına ek aldıkları takdirde ekin ne eki olduğuna bakılmaksızın mutlaka kesme işareti ile ayrılması” idi…

        Bugün hâlâ bu kuralı tatbik ediyorum ve Türk Dil Kurumu’nun sonradan getirdiği imlâ usullerini hiçbir şekilde ciddiye almıyorum!

        Dolayısı ile buradaki sorumluluk kuruluşunun üzerinden 86 sene geçmiş olmasına rağmen Türkçe’nin imlâsını hâlâ toparlayamayan, üstelik vaktiyle aklına estiği zaman bu kurallarını değiştirip hallaç pamuğu gibi atan, daha önce “ak” dediğine sonradan “kara” diyen, “özel isimlerin sonuna iyelik eki, miyelik eki, yapım eki, yıkım eki, bilmemne eki gelirse kesme işareti kullanılmaz ama falan ek, filân ek, feşmekân eki varsa kullanılır” gibisinden muammayı andıran kaideler koyan, derken bütün bu buyurduklarını da bir tarafa atıp güya yeni kurallar getiren ve hem Türkçe’yi hem de imlâyı çorbaya çeviren Türk Dil Kurumu’ndadır!

        Sizler de benim yaptığımı yapın, Türkçe’nin 1960’lardaki güzel günlerinde yayınlanmış olan imlâ kılavuzlarını temin edip onlarda yazılı kaideleri tatbike çalışın ve Dil Kurumu’nun sonradan yayınladığı ne kadar kılavuz varsa hepsini çöpe atın!

        İmlânız, böyle yaptığınız takdirde emin olun, “sağlam” ve “gerçek” bir hâl alacaktır!

        Diğer Yazılar