Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ortaoyunun ve meddah geleneğinin son temsilcisi olan büyük sanatkâr İsmail Dümbüllü’nün kavuğu yine el değiştirdi. Kel Hasan’a ait olduğu söylenen, Kel Hasan’dan Dümbüllü’ye, Dümbüllü’den de Münir Özkul’a geçen, Özkul’dan Ferhan Şensoy’a giden ve Şensoy’un Rasim Öztekin’e verdiği kavuk, şimdi Şevket Çoruh’un başında!

        Geleneksel sanatlarımızda “icazet” denen bir âdet vardı: Talebesinin belli bir aşamaya geldiğine ve kâfi malûmat sahibi olduğuna kanaat getiren üstad, o gence diplomayı andıran yazılı bir belge verirdi. Buna “icazet” denirdi ve verilişi sırasında özel bir merasim yapılırdı.

        İcazet geleneği hattatlar arasında hâlâ devam etmektedir ve Türk Hattı’nda kalitenin diğer geleneksel sanatların aksine henüz pek bozulmamamış olması da, icazet sayesindedir.

        Henüz icazet almamış bir hattatın eserlerine imza koymaması gerekir. Fakat asırlardan buyana riayet edilen bu kural bazı kişiler tarafından artık ciddiye alınmıyor, hattat olduklarını zanneden amatör grafikerler çiziktirdikleri herşeyi “Dün mektebe varmış, bugün üstâd olayım der” misâli, sereserpe imzalıyorlar!

        UYKUDA GELİVEREN İCAZET…

        İcazet, sadece sanatla alâkalı değildi, tarikatlerde de mevcuttu…

        Tarikatin önde gelenleri yahut icazet sahibi şeyh efendi müridin belli bir makama ulaştığını düşündüğü takdirde ona da aynı şekilde yazılı bir icazet verir, mürid icazetin konusuna göre ne gerekiyorsa onu yerine getirirdi. Meselâ tarikate mahsus önemli metinleri öğretmesine izin verildi ise talebeye o metinleri belletir veya aldığı icazetle “hilâfet” gibi, yani daha ileri derecede bir yetki sahibi olmuşsa, iş şeyhliğe kadar giderdi…

        REKLAM

        Ama, hem sanatta olduğu gibi tarikatlerde de icazetin belli kuralları vardı ve ilk kural, icazetin sadece icazet sahibi olanlar tarafından verilebilmesi idi. Tarikat icazetlerine bu sebeple “Ben nasıl falanca efendiden, o efendi filâncadan, o da bilmemkimden icazet almış ise, ben de işte bu zâtâ icazet veriyor ve gelecekle onun da lâyık olanlara vermesini kabul ediyorum” meâlinde ifadeler yazılırdı.

        Geçmiş asırların bu kadar sıkı kaideler çerçevesinde verilen tarikat icazetleri ve hilâfetleri artık tarihe mâlolmuştur ve bugün “şeyh” postunda oturan birçok zâtın yazılı icazeti yoktur! Üstelik hayatta olmayan bazı şeyhlere izafeten “Hilâfeti efendi hazretlerinden mânâda, yani ruyada aldıklarını” söyleyenler, “Vefatından önceki son telefon görüşmemizde şifahen ihsan buyurdular, hemen sonra da vefat ettiler” diyenler veya “Fakirhaneye çorba içmeye geldikleri gün mubarek hırkalarını burada unutmuşlardı; aslında unutmamış, icazet verdiklerini göstermek için kasten bırakmışlardı” iddiasında bulunanlar bile mevcuttur!

        TULÛAT, HAZIRCEVAPLIKTIR!

        Orta oyunu, tulûat, lûbiyat vesaire gibi eski sahne sanatlarında icazetin mevcut olduğuna dair şimdiye kadar birşey işitmedim ve kavuğun üstaddan talebeye devri diye bir uygulamayı da duymadım…

        Buna rağmen, “kavuk” olduğu söylenen bir objenin icazet misali böyle nesilden nesile geçmesi, sanatın diğer sahalarına mahsus bir geleneğin sahne sanatlarında da yer bulmaya başlamış olması sebebiyle güzel bir harekettir.

        Ama, bazı hususlara riayeti elden bırakmadan:

        Rasim Öztekin’in kavuğu Şevket Çoruh’a devretmesi münasebeti ile geçenlerde Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi’nde yapılan merasimi TV’den, internetten, vesaireden bilmem seyrettiniz mi?

        Şevket Çoruh kavuğu devralırken tabii ki duygulandı, galiba gözleri de yaşardı, sonra teşekkür konuşması yaptı ama temeli “hazırcevaplık” olan tulûata hiç yakışmayan bir iş etti ve konuşmasını “irticalen”, yani “doğaçlama” değil; önceden hazırladığı notların yazılı olduğu kâğıda bakarak okudu!

        REKLAM

        Bu hareket tulûatın da, lûbiyatın da, ortaoyununun da mânâsına terstir ve herhalde geçmişteki bütün tulûatçıların ruhlarını muazzep etmiştir!

        PARA VERMEDİK, ADINA PARA BASTIK!

        Şimdi, bu “kavuk” bahsinin nasıl ortaya çıktığını hatırlatayım:

        Macera, büyük sanatkâr İsmail Dümbüllü’nün 1968’de bir başka önemli sanatkâra, o günlerde Arena Tiyatrosu’nda oynanan “Kanlı Nigâr” piyesinde “İbiş”i canlandıran Münir Özkul’a bir akşam malûm kavuğu devretmesi ile başladı…

        Hemen ardından da söylentiler aldı başını, yürüdü: Gazetelere ve zamanın tiyatro yayınlarına yansıyan söylentilerde bu işin aslında reklâm faaliyeti olduğu ve bir oyun yazarı tarafından organize edildiği iddia edildi.

        Tartışmalar zamanla unutuldu ve İsmail Dümbüllü, kavuk henüz Münir Özkul’da bulunduğu sırada, 5 Kasım 1973’te vefat etti!

        Altmış küsur senelik sahne hayatında sadece günlük maişetini kazanmaya uğraşan bu büyük sanatkâr emeklilik hakkına sahip olamadığı için vefatından bir-bir buçuk ay öncesine kadar hiç durmadan çalışmak zorunda kalmıştı. Bir ara Dümbüllü’ye aylık bağlanabilmesi maksadıyla Meclis’e bir kanun teklifi verilmiş ama teklif reddedilmiş, tulûatın son üstadına Yapı ve Kredi Bankası’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Kâzım Taşkent sahip çıkmış, bankasında “Kültür ve Sanat Müşavirliği” diye bir kadro tesis etmiş ve Dümbüllü’yü bu kadroya alarak eline birkaç kuruş geçmesini sağlamıştı!

        Ama, devletin hakkını yememem lâzım: İsmail Dümbüllü’nün son senelerini daha az sıkıntı çekerek geçirmesi için yapılan teklif Meclis’te reddedilmişti fakat sanatkârın vefatının ardından Darphane adına “hatıra parası” bastı!

        REKLAM

        Tuhaf tesadüf yahut kara, kapkara bir mizahtır: Dümbüllü’nün cenazesi 6 Kasım 1973’te Şişli Camii’nde kılınan öğle namazından sonra defnedilmek üzere ismi o senelerde “Boğaziçi Köprüsü” olan birinci köprüden geçirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na götürüldü… Köprü henüz birkaç gün önce hizmete açılmıştı ve üzerinden geçen ilk cenaze, memleketi altmış küsur sene boyunca katılırcasına güldüren Dümbüllü’nün naaşı oldu!

        PEKİ AMA BU KAVUK HANGİ KAVUK?

        “Kavuk” meselesi, Dümbüllü’nün cenazesinin de gündemindeydi…

        Dümbüllü, zamanın gazetelerinde yazılanlara göre “kavuğunun ve sahnede elli sene boyunca giydiği ceketin tabutunun üzerine konmasını” vasiyet etmişti…

        Vasiyeti yerine getirildi, kavuk musallada tabutun başına, ceket de ayak tarafına yerleştirildi ve cenaze Şişli Camii’nden böyle kaldırıldı…

        Yayınladığım cenaze fotoğrafında Dümbüllü’nün kavuğunu ve ceketini rahatça görebilirsiniz...

        Bu fotoğraf hatırlara bazı sorular getirebilir: “Ortada kaç adet kavuk vardır?”, “Birkaç senede bir sahip değiştiren külâh misali başlık hakikaten Kel Hasan’dan Dümbüllü’ye intikal eden kavuk mudur?” veya “Yoksa, asıl kavuk tabutun üzerine konmuş olan mıdır?” gibi sorular…

        Dolayısı ile, ortada kimin külâhının nereye ve hangi kavuğun kime gittiğine dair bir muamma mevcuttur ama tekrar söyleyeyim: Kavuğun senelerdir devam eden devriâlemi, oyunculukta ortaoyununu temel alan üslûba şimdilik zayıf da olsa bir gelenek teşkil etmesi bakımından hoş bir iştir.

        Ama, böyle bir heves ile çaba bazı kurallara riayeti ve kavuğun eşe-dosta ikramını değil, Kel Hasan’ın yahut İsmail Dümbüllü’nün yolunu takip edenlere, yani tulûat erbabına gitmesini gerektirir!

        İnce bir zekâ ve imbikten geçmiş nükte kabiliyeti gerektiren “ortaoyunu”, “tulûat” ve “lûbiyat”; zamanımızda artık “stand-up gösterisi”dir; hattâ bu gösterilerde arada bir sarfedilen müstehcen ifadeler de eski devirlerin erkek meclislerine mahsus “dalyan muhaveresi”ni andırır.

        Neticede, “Kel Hasan’ın kavuğu” olduğuna inanılan serpuş doğaçlama bir teşekkür konuşması yapmaktan çekinen dizi oyuncularına değil zamanımızın gerçek tulûatçılarına gitmelidir ve bu işin başta gelen erbabı da tulûat ve benzeri sanatların, yani “stand-up”ın günümüzdeki üstadı Cem Yılmaz’dır!

        Fakat, böyle bir ihtimal şayet hakikat olsaydı Cem Yılmaz külâhı kabul eder miydi, etmez miydi, işte onu bilemem…

        İsmail Dümbüllü’nün tabutu 6 Kasım 1973’te Şişli Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra eller üzerinde. Tabutun baş tarafına sanatkârın kavuğu, diğer ucuna da ceketi konmuştu.
        İsmail Dümbüllü’nün tabutu 6 Kasım 1973’te Şişli Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra eller üzerinde. Tabutun baş tarafına sanatkârın kavuğu, diğer ucuna da ceketi konmuştu.
        “Kavuğunun ve ceketinin tabutunun üzerine konmasını” isteyen Dümbüllü’nün bu vasiyeti, sanatkârın vefat haberini veren 6 Kasım 1973 tarihli bütün gazetelerde yeralmıştı.
        “Kavuğunun ve ceketinin tabutunun üzerine konmasını” isteyen Dümbüllü’nün bu vasiyeti, sanatkârın vefat haberini veren 6 Kasım 1973 tarihli bütün gazetelerde yeralmıştı.

        Diğer Yazılar