Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dün sabah uyandığımda telefonumda Türk Hava Yolları’ndan gelen bir bildirim vardı. Booking.com’dan otel rezervasyonu yapanlar kısa bir süre için THY’den beş katı mil kazanıyorlar. Önce sinirlendim; birkaç gün önce bu siteden otel rezervasyonu yapmıştım, keşke bu promosyonu bekleseydim. Artık bir mil bile kazanmak çok zor çünkü. Sonra da gülmeye başladım. Türkiye’nin içinde olduğu çelişkiyi açıklayan daha iyi bir örnek olamaz.

        Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrak taşıyıcısı THY’nin Türkiye Cumhuriyeti devletinin yasakladığı Booking’le promosyon yapması ironik değil de nedir? Hoş Booking.com Türkiye’de elde ettiği gelirden vergi ödemediği ve bu nedenle haksız rekabet yarattığı iddiasıyla erişime kapatıldı.

        Dünya devleri ile rekabet eden gelirlerinin yarısını yurtdışından sağlayan THY elbette böyle işbirlikleri yapacak, zira uluslararası alanda oyun kurucuları reddederek yolculuğu sürdürmek mümkün değil.

        Telefonumda bir başka bildirim daha vardı. O da Netflix gibi dijital platformların da RTÜK denetimine geçtiği, bundan sonra RTÜK’ün izin vermediği içeriklerin kaldırılacağı, devletin bir kez daha bizi bu sayede terbiye edeceği haberi düştü. Gericilerin Netflix’e yönelik kampanyaları sonuç verdi, ama şaşırmadım. Böyle bir zafer kazanacaklarını tahmin ediyordum. Şimdi Akif Beki’ye madalya taksınlar.

        GEÇİCİ BU ZAFER

        Gericiliğin bu zaferinin hala geçici olduğuna inanıyorum. Bir kere pratik olarak mümkün değil; İnternet yasakları hepimizi teknoloji uzmanı yaptı, VPN falan nedir öğrendik. Mutlaka bir arka kapı bulunur bu denetime de. Tıpkı porno yasağının Konya’daki meraklılarını durduramadığı gibi.

        Ancak bu zaferin geçici olduğunun en önemli göstergesi Türkiye’de değişen kültürel iklim. Seçimlerde Netflix vaat eden Binali Yıldırım’ın kendi torunu bile Netflix abonesi, Türk devletinin denetlediği kanalları değil Netflix’i izlemek için dedesini eve davet ediyor. Bu değişimin önünde durmak mümkün mü?

        Türkiye geleneksel olarak yasaklarla beslenen, kısa demokrasi serüvenini yasaklarla tanımlamış bir ülke. Ben doğduğumdan beri Türkiye’de hep neyin yasak olduğunu duyar dururum: Orduevi’nde general masasına oturmak veya mahalledeki parkın çimlerine basmak da yasaktır. Çoğu zaman Türkiye’de yasakların hiçbir açıklaması olmaz, açıklama olarak “Yasak hemşerim” denir. Zeki-Metin “Yasaklar” diye oyun bile yaptı zamanında.

        Çimlere basmak hala yasak, gerçi çim de yok, ama devir değiştikçe yasakların kapsamı da genişliyor. Wikipedia, Grindr yasağı, Netflix denetimi, booking.com’a konulan engeller de hayatı kendi doğdukları yer ve zamandan ibaret sayan birkaç bıyıklı adamın dünyanın gidişatını anlayamamasının sonuçları. Ama bu yasakçı zihniyet de en az Zeki-Metin’in oyunları kadar demode, ya da bir başka yüzyıla ait.

        Yasakların uygulayıcılar tarafından bile ciddiye alınmadığını THY’nin booking promosyonundan bile görmek mümkün. Dünya bir yere giderken Türkiye yerinde sayamaz, geriye gidemez sonuçta, THY de bunu biliyor.

        Kısa süre içinde devlet mekanizması bu yasakçı zihniyeti kendi içinde yeniden tartışmak zorunda kalacaktır, şartların bunu dayatması kaçınılmazdır.

        RTÜK’Ü YENİDEN TANIMLAMAK GEREK

        RTÜK’ün de rolünün yeniden belirlenmesi, İnternet’in olmadığı bir çağda kurulan ve günümüzde karşılığı olamayan bu kurumda reform yapılması ister istemez gerekecek. Nasıl bir dönem MGK sivil hükümetin önündeki en büyük engelse RTÜK ifade özgürlüğünün bir numaralı tıkacı oldu. Mevcut haliyle RTÜK tıpkı bir zamanların Berlin Duvarı gibi var olan ama bir gün yıkılacağı belli, yapay bir tedbir artık. Birleşmek isteyen halkları politikacılar ayrı tutamadı gördük; duvarın yıkılması da vurulacak ilk darbeye bakıyormuş. Bir gün birisi yıkmayı denedi ve tarih ilerledi.

        Önemli olan bu miadı dolmuş duvara karşı ilk tuğlayı çekebilmek. Gerisi kolayca gelecek zaten. Demokrasiye yatkınlığını sadece sandıkta göstermeye alışkın Türkiye bu konuda da umutsuz olmamalı. Sanki yüzyıl öncesi gibi görünüyor ama daha 90’lı yıllarda özel radyolar da yasaktı, Tansu Çiller’in yükselişinde “Radyomu istiyorum” demesi az etkili olmamıştı. Netflix’i sahiplenen gençlerin oyunu alır, çünkü bu gençler ucundan da olsa özgürlüğün tadını aldı, özgürlüğün yaratıcılığa nasıl etkisi olduğunu gördü.

        Önemli olan Netflix denetimini iki erkeğin ekranda öpüşmesine indirgemeden ifade özgürlüğü kapsamında tartışabilmek.

        REKLAM

        ***

        “Bir zamanlar… Hollywood’da” filmine nasıl hazırlanılır

        Quentin Tarantino’nun “Once Upon a Time… in Hollywood” filmi eski Los Angeles’a, film sektörüne ve 60’lı yıllara bir saygı duruşu. Tabii bir de yönetmenin her zaman yaptığı gibi tarihin yeniden yazımı. QT, bir Hollywood yıldızı ve dublörü üzerinden 60’lı yılların sonunda Hollywood’u sarsan Charles Manson tarikatının işlediği cinayetleri perdeye taşıyor yaklaşık üç saatlik filminde.

        Herkesin otostopla gezdiği, hippie’liğin yükseldiği, uyuşturucu ve seksin özgürleştiği bir dönemdi Hollywood’da. Bütün bunlar filmde var, ama ama tam olarak ne olduğunu anlamak, referansları takip edebilmek, filmdeki “Paskalya yumurtaları”nı yakalayabilmek için epey bir çalışmak gerekiyor. Ben bir kere gördüm, birkaç kere daha görmem şart.

        Neyse ki vakit var, çünkü film Ağustos sonunda vizyona giriyor Türkiye’de. Her bir karesini yorumlamak için binlerce kitap ve film önerilebilir, bir önceki QT filmlerini izlemek şart çünkü göndermeler var çoğuna. Hatta belki dönemin bütün Hollywood filmlerini de izlemek şart, ama Quentin Tarantino dışında buna kim ömrünü adar?

        Yine de filmin tadını çıkarmak, alternatif tarihe karşı gerçekten neler olduğunu bilmek için olmazsa olmaz birkaç eser önermeliyim. Daha sonra yazılı yoklama yapacağım.

        ***

        Filmi anlamak için ev ödevi

        - You Must Remember Manson: Hollywood’un gizli ve/veya unutulan tarihi üzerine uzmanlaşan Karina Longworth’un 12 bölümü Charles Manson’a adadığı podcast. Manson cinayetlerini, tarikatı, aynı zamanda Hollywood’u ayrıntılarıyla anlatıyor.

        - Easy Rider: 60’lar sonunun belki de en önemli, kültürü en çok etkilemiş filmi. Charles Manson yargılanırken mahkemeyi izlemeye gelen Dennis Hopper’la tanışıp sohbet etmek ister hatta.

        - Rosemary’s Baby: Roman Polanski aslında bu filmin başrolünde eşi Sharon Tate’in oynamasını istiyordu, ama stüdyoya kabul ettiremedi. Manson tarikatının öldürdüğü Tate’i bu filmde düşünmek nasıl olurdu acaba? Filmin laneti hakkında epey komplo teorisi var; mesela çekildiği yer John Lennon’ın önünde öldürüldüğü Dakota binası, şeytana çocuğunu kurban veren çiftin hikayesini anlatan bu filmden sonra “Şeytanın işini yapmaya geldim” diyen bir tarikat mensubu Tate’i öldürüyor vs. vs.

        - The White Album: Beatles’ın üzerinde anlaşamadığı için bütün şarkılarını birden koyduğu ve tarzdan tarza geçiş yapan albümü. Charles Manson bu albümde gizli mesajlar olduğunu, “Helter Skelter” şarkısında yaklaşan kıyameti haber verdiğini iddia ediyordu.

        - The White Album: Adını Beatles albümünden alan Joan Didion kitabı. Bu aralar film hakkında hangi yazıyı açsanız Didion’ın satırlarından alıntıya rastlayacaksınız. Özellikle de “60’lı yıllar 9 Ağustos 1969 günü Cielo Drive’daki o cinayetlerle bitti” cümlesine. Didion hem hippie’lerin içinden bildiren bir gazeteci (beş yaşında asit verilen bir çocuğu yazmıştı) hem de Manson davasını yakından takip eden, hatta sanıklardan Linda Kasabian’ın mahkemede giydiği elbiseyi mağazdan gidip alan kişi.

        - Chaos: Charles Manson, the CIA, and the Secret History of the Sixties: Tam 20 sene önce Charles Manson cinayetlerinin Hollywood’a etkisi için bir makale yazmaya başlayan gazeteci Tom O’Neill sonunda kitap yazdı. Makale hiç yayımlanmadı, araştırma da uzadıkça uzadı ama O’Neill bu konuyla ilgili resmi tarihe kalan bilgilere meydan okuyor ve işin içinde CIA’in de odluğu karmaşık bir fotoğraf çıkarıyor ortaya. En sürükleyici cinayet romanından bile daha heyecanlı.

        - Shampoo: Hal Ashby’nin filminde Warren Beatty kadınları kolaylıkla tavlayan bir kuaförü oynuyor. İlham kaynağı ise lüks kuaför salonu konseptini Hollywood’a getiren kendi kuaförü (ve zaman zaman uyuşturucu satıcısı) Jay Sebring. Bir ara Sharon Tate’le sevgili olan Sebring o gece Cielo Drive’da öldürülenler arasında.

        - Smokey and the Bandit: Burt Reynolds’ın klasik filminin en ilgi çekici tarafı kamera arkasında filmin yıldızıyla dublörü Hal Needham arasındaki dostluk. “Bir zamanlar… Hollywood’da” filminde Brad Pitt’le Leonardo DiCaprio arasındaki ilişkinin belli ki buradan esinlenmiş. Ama Needham’la Reynolds’ın arası hep çok iyi olmamıştı.

        Diğer Yazılar