Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Türkiye’de önemli sayılan ortaklaşma alanlarından biri de anma günleridir. Özellikle aramızdan ayrılmış insanları vefat yıldönümlerinde hatırlamak hemen her siyasi kesimin üzerinde durduğu bir davranıştır.

        Aslında hazin bir gerçeği de hatırlatır bu durum...

        Yaşarken kıymetlerini bilemediğimiz müstesna şahsiyetlerin bugün yokluklarıyla doğruyu aramak hepimiz için ibretlik bir tecrübe niteliği taşımalıdır.

        İşte her yıl 4 Nisan geldiğinde önemli bir anma günü de gelmiş demektir. 4 Nisan, Türk siyasetinin büyük ismi ve Türk milliyetçilerinin efsanevi lideri Alparslan Türkeş’in vefatının 25. yıldönümü…

        Küçük yaşlarımdan itibaren bizzat tanıma ve birçok sohbetinde yer alma imkanı bulduğum merhum Türkeş’in liderlik karizmasının yanında öğretici ve insani yönüyle yeri doldurulamayacak birisi olduğunu açık yüreklilikle ifade edebilirim.

        Soğuk ve karlı bir Salı günü düzenlenen cenaze töreni için yüz binler Ankara’ya akın etmişti. Ona inanan ve onunla yürüyenlerin dışında belki de geç kalmışlığın sızısı ile her geçen dakika artan kalabalıkta gözyaşları ve dualar yükseliyordu.

        Öyleydi…1980 öncesi yer aldığı koalisyon hükümeti dışında tek başına veya güçlü bir iktidar fırsatı yakalayamamıştı. Ancak buna rağmen fikirleri, karar ve eylemleriyle neredeyse tüm siyasal iktidarların dikkate almak zorunda olduğu bir kilit konumdaydı.

        REKLAM

        Elbette her siyasi lider gibi eleştirilebilir ya da eksiklikleri ortaya konulabilir. Fakat tüm konulardan bağımsız olarak sadece Türk Dünyası idealine yaptığı katkılar bile onun vizyoner yönünün bir yansımasıydı. Alparslan Türkeş’in fikir sisteminin en önemli ayağı Türk Dünyasının işbirliği, bir ve beraber olmasıydı. Zira yaklaşık 80 yıl önce bu ideali savunduğu için yargılanan, zorluklara göğüs geren dava insanlarından biriydi. SSCB döneminde de sonrasında da istisnaları saymazsak bu konuya uzak duran iktidarları hep bu birlikteliğin önemine çağırdı. Kafkaslardan Balkanlara, Orta Asya’dan Avrupa’ya kadar nerede bir Türk Dünyası mensubu varsa kucak açmış ve destek vermeye gayret etmişti.

        Çok ifade edilmiyor ama "Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı" adıyla başlatılan organizasyon bugünkü Türk Devletler Teşkilatı'nın temel harçlarından biri olmuştur. Ve Türk Dünyası projesini hiçbir zaman bir siyasi partiyle sınırlamadan başta Türkiye olmak üzere ilgili tüm devletlerin ruhuna, işleyişine yerleştirmek istemiştir.

        Bu inanmışlığın ötesinde Alparslan Türkeş, Türk Birliği hedefini çağdaş ve akılcı bir çerçevede ilerletebilmenin yolunu arıyordu. Şimdi 1993 yılında Antalya’da toplanan Kurultay’da Türkeş’in yaptığı konuşmadan bir bölümü paylaşmak istiyorum. Bu konuşmada Rusya ile ilişkilerin gerektiğinde ve Türk Dünyasının çıkarları için hangi esaslarla yürütülebileceği de ifade edilmektedir:

        Bugün, dünya üzerinde 200 milyondan fazla nüfusa sahip Türk toplulukları olarak bizler de aramızda kültür, ekonomik ve ticaret alanlarını kapsayan sıkı bir işbirliği kurabiliriz, kurmalıyız. Böyle bir işbirliğini gerçekleştirmemiz vatandaşlarımızın hızla kalkınmasını ve refaha ermesini sağlayacaktır. Türk toplulukları arasında yakınlaşma ve sıkı işbirliğinin kurulması başkalarına hiçbir zaman zarar vermek ve saldırıda bulunmak gayesini gütmeyecektir. Türkler, dünyanın hangi bölgesinde bulunurlarsa bulunsunlar, başka milletten olan komşularıyla veya iç içe yaşadıkları diğer topluluklarla dostluk ve iyi niyete, barışa dayalı yakın işbirliği içinde bulunmayı istemektedirler.”

        Türkeş bu sözlerinin ardından Türkiye, Türk Dünyası ve Rusya ilişkilerine şöyle yer vermektedir:

        Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar birçok Türk bölgeleri, Rus sömürgeleri olarak yaşatılmıştır; fakat, 21. yüzyıla girmekte bulunduğumuz bu dönemden itibaren bu durum değişmelidir. Türkler, coğrafyanın ve tarihî olayların bölmüş olduğu çeşitli bağlantılar dolayısıyla Ruslarla dostça ve insan haklarına dayalı, demokrasi prensiplerine uygun bir işbirliği düzenlemelidir. Ancak Ruslar'la kurulacak bu yeni münasebet düzeni başlıca şu ilkelere dayanmalıdır: Birinci ilke, mütekabiliyet ilkesidir. Her meselede aramızda münasebetler aynı ölçü, aynı nitelik ve nicelik içinde olacaktır. İkinci ilke ise, içişlerine karışmama ilkesidir. Üçüncü ilke, münasebetlerde taraflar eşit şartlarda ve eşitlik içinde bulunacaklardır. Dördüncü ilke, taraflar daima eşit haklara sahip olacaklardır…”

        29 yıl önce yapılan bu konuşmanın bugün nasıl okunabileceğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

        Bu vesileyle kendisini bir kez daha saygı ve rahmetle anıyorum.

        Diğer Yazılar