Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bildiğiniz gibi, yılbaşı akşamı Taksim Meydanı’nda ÖSO Bayrağı açıp, “Suriye’ye özgürlük!” sloganları eşliğinde kutlamalar yapan Suriyeliler ile ilgili hemen ertesi günü bir yazı kaleme aldım.

        Ve Taksim’deki olaydan hareketle toplumun genelinde hakim olan düşünceleri ve başta o geceki görüntüler olmak üzere bu konuda kendi adıma duyduğum rahatsızlıkları dile getirdim.

        “Keşke getirmez olaydım” demem gerekiyor belki (Çünkü o yazıdan sonra başta haberturk.com’ daki bazı yazarlarımız olmak üzere birçok köşe yazarının hışmına uğradım… Ve siz bir kısım okurumun… ) ama demeyeceğim!

        Bilakis tek bir kelimesinde dahi ırkçılık yaptığım şeklinde suçlanacak bir unsur yokken o yazıda, şahsımı “Irkçı, kafatasçı” şeklinde yaftalayanlara rağmen, iyi ki yazmışım ben o yazıyı!

        Yazmışım da, herkesin kapalı kapılar ardında konuştuğu ancak; “Aman girmeyeyim ben bu konuya! Yanlış anlaşılırım” korkusu ile bir türlü dile getirmediği "Suriyeliler Dosyası"nın kapağını açmışım.

        Hiç fena olmadı gerçekten.

        En azından bu konuda kimin eteğinde ne kadar taş varsa döküldü.

        Ve vatandaşın kafasını karıştıran, canını sıkan başta, “Suriyelilere TOKİ bedava ev veriyor… İmtihana girmeden üniversiteye giriyorlar… Hastanelerde öncelik sırasına sahipler” gibi ortalıkta dolaşan bir ton saçmalık; konunun en yetkili ağzı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından bizzat yalanlandı.

        Bunların zaten hiçbirinin doğru olmadığını biliyordum.

        O yüzden de o ilk yazının hiçbir noktasında bu tür saçmalıklara yer vermedim.

        Benim yazımda dikkat çektiğim iki nokta vardı.

        Birincisi ülkeleri bir diktatörün zulmü altındayken…

        Ve bu zulme, faşist dikta yönetimine son vermek için Türk Silahlı Kuvvetlerimizin Mehmetçikleri o topraklarda kelle koltukta savaşırken…

        Esas mücadeleyi vermesi gereken genç Suriyeli sığınmacıların o geceki ruh halleriydi.

        Ve o ruh hallerine serzenişte bulunmak için de aynen şöyle yazdım; “Madem ülkelerinin bağımsızlığını istiyorlar… Madem faşist yönetimden ülkelerini kurtarmak istiyorlar… O zaman Taksim’de naralar atmak yerine gitsinler onlar için o topraklarda savaşan, gece gündüz nöbet tutan Mehmetçiğimizin yanında yer alsınlar!”

        Allah aşkınıza ne var bu yazıda!

        Neresinde ırkçılık ya da şovenizm var?

        Sonuçta ben çocuk, yaşlı, hasta, bakıma muhtaç Suriyeliler niye bu ülkedeler ya da niye yılbaşı kutluyorlar filan diye bir şey demiyorum yahu!

        Diyorum ki; “Gençsiniz maşallah zıpkın gibisiniz… Gidip ülkeniz için savaş vermek varken yılbaşı gecesi Taksim’i doldurup halaylar çekip, eğlenmek ve böyle şov yapmak ise hiç yakışmıyor!”

        Bakın… Samimiyetle söylüyorum, özellikle o sokakta dilenen Suriyeli çocukları görünce içim kıyılıyor.

        Soğuktan, açlıktan perişan oldukları yönünde haberleri okuyunca kahroluyorum.

        Hakikaten çok üzülüyorum.

        Ve Türkiye’nin bu insanlara yaptığı sahiplik dolayısıyla da bir vatandaşı olarak gurur duyuyorum.

        Ama bütün bu hümanistliğin yanı sıra da gencecik, eli pekala silah tutabilecek yaşta ve fizikte, zıpkın gibi gençlerin buralarda işsiz güçsüz dolaşacağına gidip ülkelerinin bağımsızlığı için savaşması gerektiğini söylüyorum.

        Ha eğer bu ırkçılık ise tamam ben ırkçıyım o zaman.

        Ancak bize ilkokulda öğretildiğine göre; “Bayrakları bayrak yapan üzerindeki kandır! Toprak eğer uğruna ölenler varsa vatandır!”

        İkinci dikkat çektiğim nokta ise, bu konunun doğru ve zamanında ele alınmaması halinde ileride bir milli güvenlik sorununa dönüşmesinin kaçınılmaz olacağı noktasıydı.

        Ki, bu hususa dikkat çektiğim için çok önemli siyasilerden, emekli asker ve iş adamlarından ve hatta gazeteci dostlarımdan geri dönüş aldım.

        Arayanların tamamı aynen benim düşündüğüm gibi düşünüyorlardı.

        Özellikle de; “Her ulus devlet kendi ülkesinde ciddi bir demografik yapı değişikliğine yol açacak büyük nüfus hareketlerini milli güvenlik perspektifi ile ele almak zorundadır. Ülkemizdeki Suriyelilerin iskanı meselesi hem sayıları hem bileşimleri (genç nüfus) hem de ülkede kalma iradeleri açısından uzun erimli milli güvenlik perspektifi ile ele alınması gerekli bir mesele halini almıştır. Öyle ele alınmaz ise ileride bu sorunun bir Milli Güvenlik sorunu haline dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır!” ifadelerimi çok ama çok çarpıcı ve gerçekçi bulduklarını söylüyorlardı.

        Hülasa… Yazıyı bitirmeden evvel olumsuz olduğu kadar olumlu olarak da epeyce reaksiyona neden olan o ilk yazımın linkini iliştiriyorum.

        Ve üzerine basa basa bir kez daha yineliyorum;

        “Bu sorunu bugün radikal biçimde ele almaz ve çözümü için ciddi önlemlere başvurmaz isek, 10 yıl sonra Milli Güvenliğimizi sıkıntıya sokacak bambaşka ve devasa bir sorunla karşı karşıya kalabiliriz…”

        REKLAM

        ***

        O terbiyesiz CHP de olmaya devam edecek mi?

        Sadece benim nazarımda değil, toplumun genel bakışına göre Türkiye’nin en başarılı kadın moderatörü, televizyon programcısıdır Didem Arslan Yılmaz.

        Doğruya doğru, ülkenin siyasal iklimi göz önüne alındığında bizim mahallede en zor işi yapanlardan biri şu anda.

        Haftada iki gün her kesimi temsil eden konuklarıyla "Türkiye’nin Nabzı"nı tutuyor.

        Ve tarafsız, objektif ve son derece hakkaniyetli moderasyonu ile Türkiye’yi kilitliyor Habertürk TV ekranlarına…

        Önceki gece o kilitlediği günlerden biriydi ve hatta ben de konukları arasındaydım.

        Yine müthiş bir performans sergiledi.

        Tüm katılımcıların fikirlerini rahatlıkla dile getirip, düzeyli bir biçimde tartışmaları için elinden geleni yaptı.

        Ama buna rağmen bazıları yine memnun olamadı.

        Yine de Didem’i eleştirdiler.

        Buna itirazım yok.

        İlla herkes memnun olacak diye bir şey yok ama küfretmek; bir kadına, bir anneye, cinsiyeti üzerinden saldırmak niye!

        Sabah uyandığımda öğrendim ki; CHP’li Hüseyin Erol diye bir şahıs, biz yayındayken Twiter'daki hesabından çok ağır hakaretler etmiş Didem Arslan Yılmaz’a.

        Benim de hemen her yazı sonrası aynı çirkinlikler başıma geldiği için kadın gazeteci olarak Didem’i çok iyi anlıyorum.

        İzmit’teki CHP İl Örgütü’nde seçim koordinasyonunda görevli bu vatandaşın hesabını yargı önünde sormak için Didem harekete geçti.

        Dün konuştum. Çok üzgün, kırgındı ve “Yasal haklarımı kullanacağım!” diyordu.

        Elbette kullansın… Kullansın da… Esas sorun ne olacak?

        Böyle ahlaksızlar, seviyesizler, terbiye yoksunu insanlar siyasi partilere nasıl üye olup da siyaset yapabiliyorlar?

        Didem konuşmuş CHP Genel Merkezinden yetkililerle. Çok üzülmüşler falan filan.

        İnanırım üzülmüşlerdir de…

        Peki ne yapacaklar bu ahlaksızlık karşısında?

        O adamın yaptığı ahlaksızlığı sırf başkalarına da ders olsun, örnek olsun diye afişe edip, CHP’yle alakalarını kesecekler mi, yoksa kafayı kuma gömüp üzerini örtecekler mi?

        REKLAM

        ***

        Schumacher bu rakamları duysa bir dakika durmaz!

        Ben bu sağlık turizmi işine fena taktım.

        Bu gidişle şahsıma yakında sağlık turizmi elçisi unvanını verirlerse şaşmam.

        Gelelim bugünkü mevzuya.

        Bazılarınız itiraz etse de, ben hala sağlık sektörümüz ile Avrupa’nın birçok ülkesini geride bırakacak kadar kıymetli standartlara sahip olduğumuzu iddia ediyorum!

        Bir kere şunun altını çizeyim kalın kalın: “Türkiye'yi sağlık turizminde küresel oyuncu yapan itici güçlerin en başta geleni kaliteli tıp eğitimi ve onun iyi bir ürünü olan Türk hekimi markasıdır!”

        Ve 100 yılı aşan özel hastanecilik birikimi, kamuda ve özelde nitelikli hastanelerin varlığı, dört saatlik uçuş mesafesindeki coğrafi avantaj, gelişmiş hizmet sektörü ve optimize fiyatlar, rekabet içinde olduğumuz ülkelerden çok daha öne çıkmamızı sağlıyor.

        Bu arada geçenlerde okuduğum bir haber vesilesi ile bir şeyi daha öğrendim ki; biz birçok branşda olduğu gibi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon alanında da çevre ülkelerin yıldızı konumundaymışız.

        Neydi bu haber söyleyeyim…

        Kayak yaparken düşen ve kafasını kayalıklara çarpıp bitkisel hayata giren efsane F1 pilotu Michael Schumacher’in 5 yıl sonra bitkisel hayattan çıkıp, yürümeye başladığı ile ilgili olan haber.

        Peki hala İsviçre'de Cenevre Gölü yakınlarındaki özel bir konutta tedavi gören ünlü pilotun günlük tedavisi ne kadar biliyor musunuz?

        Sıkı durun!

        1 haftalık tedavisi tamı tamına 100 bin İsviçre Frangı (CHF)

        Peki aynı cihazlarla ve aynı kalitede tedavinin Türkiye de karşılığı ne kadar?

        Bir daha sıkı durun!

        Sadece 3000 İsviçre Frangı (CHF)

        Yani kabaca bir hesapla, eğer Schumacher Türkiye’de tedavi olsa İsviçre’de verdiği rakamın yaklaşık otuzda biri oranında bir rakam ödeyecek.

        Bu arada bunlar afaki rakamlar falan da değil!

        Bunu bir bilenden, işin içindeki kişiden, bir Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesi markasının kurucusu olan arkadaşım Dr. Köksal Holoğlu'ndan öğrendim.

        Meğer daha önce ABD, Almanya ve İsviçre gibi gelişmiş batı ülkelerini tercih eden özellikle Ortadoğulu hastalar filan artık Türkiye'yi tercih ediyorlarmış.

        Bunun nedeni ise gelişmiş teknolojilerin, robotların ve modern tedavi yöntemlerinin bire bir aynısının bizde de olması ve tabii ki rakamların uygunluğu.

        Doktor Holoğlu bitkisel hayattaki Schumacher’i ayağa kaldıran teknolojiyi kısaca şöyle özetliyor;

        “Felçli hastaları yürüten bu robotlardaki en önemli detay, beyne kaybedilen görevleri yeniden öğretmeleri ile müthiş bir iş yapıyorlar.

        Bu robotların bir de omuz ve el için olanları var.

        Hem yürüme ve hem de omuz-kol robotları sayesinde felçli hastalar yeniden yürümeyi ve yeniden ellerini kullanmayı öğreniyorlar.

        Tabii ki bu tıpkı Schumacher’in tedavisinde olduğu gibi oldukça meşakkatli ve çoğu zaman iğneyle kuyu kazmak kadar sabır istiyor!”

        Sözün özü değerli okurlarım…

        Ünlü F1 Pilotunu iyileştirdiği iddia edilen yüksek teknolojili robotların tamamı Türkiye'de var.

        Firma gizli tutulmasını istediği için cihazların ismini vermek istemedi Doktor Holoğlu ama birebir aynı bu teknoloji için İsviçre’de ödenen ücretle Türkiye'de ödenen kıyaslandığında insan hayret ediyor gerçekten.

        Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama bence Schumacher ya da yakınları duysa bu rakamları, aradaki bu uçurum denilecek derecede ki fiyat farklarını…

        Herhalde bir dakika daha durmaz İsviçre’de ve çıkıp derhal gelir Türkiye’ye…

        Diğer Yazılar