Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Seni ne kadar özledim bilemezsin. Hasretin canıma yetti. Bilmem gelecek günlere sensiz nasıl katlanacağım. Nazım Hikmet’in deyişiyle; hayatım elini içinden çektiğin bir eldiven gibi boşaldı. Yaşama sevincim kayboldu. Aramıza derya – deniz koydular ve beni senin yüzüne haset bıraktılar. Veballeri büyüktür...”

        Böyle sesleniyordu 1979 yılının ağustos ayında 11 yaşındaki kızına yazdığı mektubunda Metin Altıok. Yıllar sonra babası “veballeri büyük” olanlar tarafından elinden alındığında, benzer şeyleri hissedecekti. Hayatı, elini çektiği bir eldiven gibi boşalacaktı. Onu babasına hasret bırakacaklardı…

        Zeynep Altıok Akatlı. Sivas’ta yakılan şair Metin Altıok ile 2010 yılında kaybettiğimiz Füsun Akatlı’nın kızı… Onunla ilk buluşmamız annesinin ölüm yıldönümü nedeniyle oldu. Anne ve babasını konuşacaktık. Onların yokluklarını babasının kendisi için yazdığı bir şiirdeki iki dizeyle anlatmıştı: “Onların boşluğu, ‘yeni çekilmiş bir dişin / yadırganan boşluğu…”

        Zeynep Altıok babasını kaybedeli tam 20 yıl oldu. Boşluğu ilk günkü gibi… “Her yıl aramızdaki özlem uçurumu açıldı” diyeceği türden… Yokluğunu hissetmemek için anılara sarıldı. Babasının kendisine yazdığı mektuplara. Sonunda o mektupları kitap haline getirdi. İçinde sevgi ve özlem olan mektuplar, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından “Metin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar” adıyla yayımlandı.

        Metin Altıok ile Füsun Akatlı çiftinin ayrılmış, kızları Zeynep annesiyle yaşamaya başladı. Felsefe öğretmeni olan Metin Altıok’un tayini önce İzmir’e ardından da Bingöl’e çıkınca kızıyla arasına mesafeler eklendi. Bu mektuplar şairin o özlemle oluşan iç dünyasının iniş çıkışlarını, sarsıntıların, sitemlerini ve dayanılmaz hasreti anlatıyor. Şair Metin Altıok yayında, baba Metin Altıok’u da anlatıyor…

        Metin Altıok'tan Zeynep'e Mektuplar, Metin Altıok / Kırmızı Kedi Yayınevi, 120 sf, 10 TL

        Metin Altıok’un ilk mektubuna ayrılığın yakıcı özlemi girdi:

        “Yokluğun içime şimdiden kurşun gibi çöktü. Bostanlı’dan iskeleye kadar hep seni düşünerek ve seninle konuşarak yürüdüm. (…) Sesini duymak, sana “dikkat et düşensin” demek benim için dünyalara değer…”

        Böyle durumlarda hep fotoğraflara ve kızının yaptığı resimlere sığındı: “Resmini camlattım. Fotoğrafın da ak bir çerçeve içinde duvarımda. Hüzünle bakışın içimi kanatıyor. Ama inan başım dik ve öne eğilmedi. Ağladığımsa görülmedi hiç…”

        Hasretlik tavan yaptığında dik duramadığı, yaşadıklarına sitem ettiği de oldu:

        “(…) Bütün bunları bana yazdıran bir babanın kırık yüreği. Elden ne gelir, benim payıma da işte bu acılı yürek düştü. Attığım taş istediğim kuşu vurmadı. Oysa seninle ömür boyu bir çatı altında yaşamayı, ortaokulda derslerine yardımcı olmayı ne kadar isterdim. Zaten benim yuvadan yana hayatta hiç şansım olmadı…”

        Metin Altıok, tatil dönemine kadar kızının hasretini çekiyor, böyle zamanlarda mektuba sarılıyordu. Yanlıca mektuplara mı? Onun için desenler ve resimler çiziyor, kuklalar yapıyor, şiirler yazıyordu:

        “Her gece düşüme bir çocuk giriyor,

        Uykumun malalanmış yumuşak yüzeyinde

        Koşup oynayarak çukurlar açıyor.

        Üzüm gözlüm nasıl unuturum seni,

        Ayak izlerin hep aklımda duruyor…”

        Arada mektuplarına kurutulmuş çiçekler koyup gönderiyor, kızının fotoğrafıyla avunuyordu:

        “Seni ne kadar özlediğimi bir bilsen. Başucumda duvarda asılı remine bakıp bakıp hasret gideriyorum ve kendi kendime ‘dayan Metin az kaldı’ diyorum.”

        Zaman zaman da, “Meleğim” dediği Zeynep’inden yeni fotoğraf istiyordu:

        “Canım; bana, eğer varsa yeni çektirdiğin bir fotoğrafını gönder olur mu? Bendeki eskidi. Neredeyse iki yıllık. Onu şimdi olduğu gibi ceketimin sol iç cebinde kemliğimin arasında hep yanımda taşıyacağım. Çıkarıp çıkarıp bakacağım her gün.”

        Mektuplarda bazen de yaşadığı traji komik olayları anlattı. Kendi yaptığı heykelcikler yüzünden gözaltına alınışını:

        “Bak bu çok komik. Benim bakır kaplar ve taş heykelcikler yüzünden otel odamda yapılan arama sonucu tarihi eser kaçakçılığı suçlamasıyla gözaltına alındım. Benim bakır kaplar ve ana tanrıça (Kibele) heykelleriyle jandarma kışlasında nefes tükettim. Tabii sinirlerim çok bozuldu. Eş, dost ve ben “yahu bunlardan herkesin evinde var” dediysek de anlatamadık. Şimdi otel odamda sana yazıyorum yani serbestim. Ama savcılıkta muamele sürüyor. Bilirkişi bulacaklar. Bilirkişinin vereceği raporu bekliyorum. Zeynepçiğim ne komik değil mi? Güler misin, ağlar mısın? Bilirkişi ne bilir? Üstelik senin Tunalı Hilmi’den alıp bana hediye ettiğin bakır tabak da şu anda gözaltında. Ama hiçbirini onlara bırakmayacağım. (…)”

        Zaman zaman hayatıyla ilgili mutlu gelişmeleri de yazdı kızına:

        “Ha şunu da söyleyeyim. Nebahat’la evlendim. O da Bingöl’e geliyor. Böylece burada bir evin olacak. Kışı ve karı otel odasında geçirmeyeceğim.”

        Kimi zaman da izlediği filmleri anlatıp, ülkedeki gelişmeleri sordu kızına:

        “Burada (Bingöl) hiçbir şeyin önemi yok. J.R’dan başka. Sahi J.R’ı kim vurdu yahu! Adam kim vurduya bile gidemedi. Ama şunu unutma J.R.lar ölmez ve kanı da yerde kalmayacak.Sahi Cavit Orhan Tütengil’i kim vurdu? İşte bunu kimse bilmiyor ve merak da etmiyor. Bak Tütengil gibilerin kanı yerde kalmaya mahkumdur.”

        Dönelim en başa yeniden… Bir öğretmenken özlemenin, ayrı kalmanın ne demek olduğunu öğrenen Metin Altıok’u daha iyi anlamak için…

        “Seni ne kadar özledim bilemezsin. Hasretin canıma yetti. Bilmem gelecek günlere sensiz nasıl katlanacağım. Nazım Hikmet’in deyişiyle; hayatım elini içinden çektiğin bir eldiven gibi boşaldı. Yaşama sevincim kayboldu. Aramıza derya – deniz koydular ve beni senin yüzüne haset bıraktılar. Veballeri büyüktür...”

        Böyle sesleniyordu 1979 yılının ağustos ayında 11 yaşındaki kızına yazdığı mektubunda Metin Altıok. Yıllar sonra babası “veballeri büyük” olanlar tarafından elinden alındığında, benzer şeyleri hissedecekti. Hayatı, elini çektiği bir eldiven gibi boşalacaktı. Onu babasına hasret bırakacaklardı…

        YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

        Afişe Çıkmak: 1963-1980 Solun Görsel Serüveni, Yılmaz Aysan / İletişim Yayınları, 492 sayfa, 47,50 TL

        İletişim Yayınları 30. yıla özel olarak hazırladığı bu kitabın tanıtım yazısında şöyle diyor: “İletişim Yayınları 30. yılını deviriyor. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden üç sene sonra kurulduk. Kuruluş hikâyemizi anlatırken hep 12 Eylül’le başlıyoruz lafa. Çünkü biz, askerî diktanın kâbusundan kurtulmaya, topluma giydirilen deli gömleğini yırtmaya çalıştık. Demokrasiye, özgür iradeye, insan onuruna, vatandaşlık ve insanlık fikrine alan açılmasına katkımız olsun istedik. Elimizden geldiğince yayın yoluyla yapmaya giriştik bunu.

        12 Eylül öncesi, bizim için bir nostalji konusu değil, gölgesi bugünlere kadar düşen özel bir zamandır. Bizim o zamanlara bir borcumuz var. Bu nedenle, 30. yılımızı kutlamak için, elinizdeki kitaptan iyisi bulunamazdı.”

        Yılmaz Aysan’ın aşkla yürüttüğü bir belgeleme çalışmasına dayanan Afişe Çıkmak, ’60’ların, ’70’lerin “aura”sını gözümüzün önüne getiriyor. O dönemin genç insanlarının anlatma, müdahale etme, ses çıkarma, bir şeyler yapma, kısacası dünyaya katılma iştahını gösteriyor bize. Televizyonun siyah beyaz tek kanal, bilgisayar teknolojisinin laboratuvar aşamasında, sosyal medyanın olsa olsa hayal hanesinde olduğu bir zamanda, mütevazı iletişim yollarını kullanmaktaki yaratıcılığı hatırlatıyor.

        Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi, Mehmet Perinçek / Kırmızı Kedi Yayınevi, 336 sf, 25 TL

        Türk-Sovyet İlişkileri ve Ermeni Meselesi üzerine yıllardır çalışan; Rus Devlet arşivlerindeki titiz araştırmalarıyla bilinen Mehmet Perinçek, tartışmalara yeni bir boyut kazandıracak kitabıyla Kırmızı Kedi Yayınevi’nde.

        Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi, bu konuda en zengin kaynak durumundaki Rus arşivlerinden 150 belgeyi orijinalleriyle birlikte okuyuculara sunuyor.

        Mehmet Perinçek bu kitapta kritik önemdeki bazı sorulara belgelerle yanıt veriyor:

        Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’nda hangi şartlarda yaşıyorlardı?

        Çarlık Rusyası’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın Ermeni meselesindeki rolleri neydi?

        Rus askeri mahkemeleri Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenileri neden yargıladı?

        Çarlık generalleri Ermeni çeteleri hakkında neler diyordu?

        Ermenistan’ın ilk başbakanı, Taşnak Partisi için hazırladığı raporda ne yazdı?

        Bolşeviklerin Ermeni meselesindeki tavrı neydi?

        Mehmet Perinçek’in Çarlık generallerinin çok gizli raporlarını, Ermeni yetkililerin yazışmalarını, Sovyet Politbürosu’nun tutanaklarını tarayarak bulduğu belgeler sadece ülkemizde değil, başta Rusya ve İran olmak üzere bütün dünyada tartışma yaratıyor.

        Ölümle Baş Başa, Petér Nádas / Can Yayınları, 194 s.f, 15 TL

        Uzun süre gazetecilik ve fotoğrafçılık da yapmış olan Nádas’ın ilk dikkat çeken eseri, “Kutsal Kitap” 1967 yılında yayınlandı. 2005 yılında yayınlanan “Paralel Öyküler” adlı 3 ciltlik son eseri ise edebiyat dünyasında büyük yankı uyandırdı. Eserleri şimdiye kadar birçok yabancı dile çevrilmiş olan Péter Nádas’la Türk okurları bu uzun öykü seçkisinde ilk defa buluşuyorlar.

        Kitaptaki ilk öykü “Kutsal Kitap’ta küçük bir çocuğun, karmaşık, gizli bağlarla örülmüş sahte bir hayatta yaşadığını fark edip, etrafını saran yalan çemberinden kurtulabilmek işin ne kadar büyük bir çaba sarf ettiği anlatılıyor. “Bahçıvan”da yine bir çocuğun yetişkinlerin yaşamındaki duygu karmaşası karşısında duyduğu isyana tanık oluyoruz. “Kuzu” adlı öyküde kentin çöplerinin yığıldığı yerde yapılmış evler arasında yaşayan yaşlı Rezső Róth, lumpen hayatı süren bir toplulukta “ötekiliği” ve ”yabancılığı” temsil ediyor. Ölümle Baş Başa adlı öyküde yazar, bizzat başından geçen olayı anlatmaktadır: Kalp ağrıları, enfarktüs, klinik ölüm ve bundan sonra başlayan harikulade bir yolculuğun tasviri. Oradan dünyaya geri dönüş belki de bir tür hayal kırıklığına uğratacak insanı…

        Diğer Yazılar