Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ÜMRAN AVCI /HABERTURK.COM

        avci.umran@gmail.com

        Eğitimini radyo televizyon ve sinema üzerine yapan Emrah Öztürk, birçok sinema filmi ve televizyon programında çalıştı. Sinema yazıları bir yana, kısa filmleri Atın Koza ve Boston Türk Filmleri Festivali’nde dereceye girdi. Keleme aldığı öyküler Varlık – Kitap – lık, Dünyanın Öyküsü ve Sarnıç Öykü dergilerinde yayımlandı. 2005’te Süleyman Uluçam Şiir Ödülü’nü, 2012’de de Tarık Dursun K. Öykü Yarışması’nda (Homeros Ödülleri) seçici kurul özel ödülünün sahibi oldu.

        Öztürk, kısa film tadındaki öykülerinin yer aldığı “Limon Yağmuru” kitabıyla ilk kez buluştu okurla. Her ne kadar ilk kitabı olsa da öykücülüğü eski olan Öztürk, Onat Kutlar ve Yalçın Tosun’a komşu bir yazar olarak anıldı. Hikayelerinde yarattığı kişiler ise Vüs’at O. Bener’in karakterlerine benzetildi. Emrah Öztürk ile “Limon Yağmuru”ndaki öyküleri üzerinden hem edebiyatı hem de sinemayı konuştuk..

        - Onat Kutlar, Vüs’at O. Bener, Yalçın Tosun’a benzetildiniz…Öyküler gerçekten acemilikten oldukça uzak. İlk kitap için bekliyor muydunuz bu başarıyı?

        Öncelikle değerlendirmeniz için teşekkür ederim. Açıkçası hiç beklemiyordum böyle bir başarıyı. Daha doğrusu böyle bir değerlendirmeyi. Çünkü adı geçen yazarlar edebiyatımızın çok önemli kalemleri. Bu isimlerin altında benim adımın yer alması büyük bir gurur. Editörüm Ömer Yalçın’a bir kere daha teşekkür etmek istiyorum. Kitabımın kapağını ilk okuduğumda çok şaşırmıştım, gerçi hâlâ şaşkınlığım sürmekte. Büyük bir sürpriz oldu benim için… Limon Yağmuru, gerek yazın dünyasından tanıdığım kişiler tarafından, gerekse dostlarım ve ailem tarafından beğeniyle karşılandı. Motivasyonumu yükseltti. Semih Gümüş “Ben asıl ikinci kitabı merak ediyorum, bu dil nereye evrilecek?” demişti. Doğrusu ben de merak içindeyim bu konuda. Vaat ettiğim bu beklentinin altını doldurmak için elimden geleni yapacağım.

        HİKAYENİN SESİNE KULAK VERMEK GEREK

        - Radyo Televizyon – Sinema eğitimi aldınız. Halen sinema eğitmenliği yapıyorsunuz. Sinema ile edebiyatı, yazıyı kıyaslarsanız neler söylersiniz?

        Sinema benim hayatımda hep vardı. Onun büyüsüyle yaşadığımı çok geç fark ettim ama. Mesela bilim kurgu filmlerini izledikten sonra bilim dergileri okumaya ve astronot olmaya karar vermiştim, ortaokuldaydım o zamanlar. Sonra polisiye filmleri izleyince polis veya dedektif olmalıyım dedim. Ardından da psikolog olmam gerek dedim. Bu böyle sürüp gitti. Battal Gazi nara attığında heyecandan gözlerim dolardı. 6 yıl boyunca tekvando, karate ve aikodo yapmamın tek sebebi Bruce Lee’dir mesela. En sonunda filmlerin tesirinde çok kaldığımı görüp sinemaya yöneldim, lise 1’de. Sinemada karar kılınca doğru seçim yaptığımı anladım. Hayalperest, görsel hafızası kuvvetli ve kurmacadan keyif alan birisinin yeri başka neresi olabilir ki? Aklımdan senaryolar geçmeye başladı. Onları filme çekemezdim haliyle, kâğıda yazardım. Çünkü bir hikâye aklınıza geldiğinde ve onu vücuda getiremediğinizde canınız yanar. O illa bir şekilde dışarıya çıkmalıdır. Ben de bileğe kuvvet sürekli yazdım. Yazma alışkanlığı beni edebiyatla, kitaplarla tanıştırdı, sinemadan bağımsız, ayrıksı bir şekilde onun dünyasına girdim… Sinema ve edebiyat çok yakın gibi durur ilk bakışta ancak yazının sunduğu dünya, sinemadan çok başkadır. Aklınızdaki öykünün hangi dünyaya ait olduğunu iyice saptamanız gerek. Yoksa sadece görüntülerle anlatılabilecek bir konuyu film tretmanı gibi yazmaya kalkarsanız hezimete uğrarsınız. Keza detayları, tasvirleri, dramatik yapısıyla filmden çok kitaba yakışacak bir öyküyü sinemaya uyarlamakta diretirseniz yine başarısız olursunuz. Önemli ve ince bir ayrım bu. Ben bu ince ayrımı başarabildim mi bilmiyorum. Ama en azından bu noktaya hassasiyet gösteriyorum. Filmini çekmeyi düşündüğüm öyküleri bir kenara ayırıyorum, kaleme alacaklarımı da diğer kenara. Hikâye zaten size söylüyor “Ben görüntüyle anlatılabilirim” veya “Ben kelimelerle anlatılabilirim” diye. Hikâyenizin sesine kulak vermeniz gerek.

        - “Hikaye” öyküsünde, İstanbul’un sosyal ve siyasal değişimine tanıklık edenbir çamaşır leğeni, dileği sorulduğunda bir hikayeye dönüşmek istediğini söylüyor. Her sese, her kağıda sığmak için… Hikayenin gücü üzerine konuşalım istiyorum burada.

        ‘Hikâye’ kitabın ilk hikâyesi. Benim yazın dünyasına attığım ilk adım aynı zamanda. Çamaşır leğeninin bir hikâyeye dönüşme dileğini ben de paylaşıyorum. Malum, yazar ölür, yazdığı kalır geriye. Ancak burada bir başka vurgu daha var. Tarihimize bakacak olursak hikâye sanatının ne denli bize özgü olduğunu görürüz. Hikâyelerimizde örf ve adetlerimiz, siyasi, sosyo-ekonomik yapılarımız ve toplumsal belleğimiz yer alır. İşitsel ve görsel değerler de dâhildir bu anlatı biçimine. Sonradan Batı’da ortaya çıkan ‘kısa öykü’den ve ‘uzun öykü/novella’dan çok daha başka ve bence daha zengin ve hür bir anlatı biçimi ‘hikâye’. Dikkat edecek olursak günlük yaşamımızdaki konuşma dilimiz hikâyelerle örülü. Sanırım bizim toplumsal bilinçaltımızda kuvvetli bir anlatma ve (okumanın yanı sıra) dinleme isteği var. Narçiçeği rengindeki çamaşır leğeni karakterim de bu isteği dillendirmeye çalışıyor.

        - “Duman Yüz” öyküsünde insan bilimlerinin hep bir yerde eksik ve topal olduğu gerçeğinden dem vuran anlatıcı, “Belki sanat, ruhun bu gizemine bir çözüm bulabilir. Çünkü ruh denen bu yabani yaratık, yanına yalnızca sanatın yaklaşmasına izin veriyor” diyor. Neler söylersiniz bu konuda?

        Duman Yüz’de belirttiğim gibi, insanın hep bir ölçülemeyen, genelleme yapılamayan bir yanı mevcut. Kafasının içinde bir kara kutu var adeta ve o kutuyu kimse çözemiyor, kişinin kendisi bile. Hangi kriter konulursa konulsun bir yerden fire verebiliyor. Tıpkı Keops Piramiti gibi. Saptanabilen yönleri olduğu gibi, açıklanamayan, gizemli yönleri de var. Ben insanın sanat yapma güdüsünün işte bu bilinmeyen yönünden ileri geldiğini düşünüyorum. Elbette bu, yeni bir mesele değil. Estetik felsefesi yıllardır bu ve benzeri meseleleri tartışıyor. Ben de insana sanat yaptıran dinamiklerin ne olabileceği hakkındaki düşüncelerimi dile getirdim Duman Yüz’de.

        BANA DUYGU VERMEYEN BİR ESERE MESAFELİ BAKARIM

        - Aynı öyküde bilimle sanat yapan herkesi yadırgıyor anlatıcı. Bunun, sanatın doğasına aykırı olduğunu savunuyor. Katılır mısınız siz de buna?

        Kısmen katılıyorum. Hikâyedeki anlatıcı biraz daha düz bakan, katı birisi. Ona göre sanat eserine form ve öz veren etken duygu ve sezgi olmalı, bilim ve teknik bakış değil. Benim düşüncelerim de bu yönde ancak bu kadar kesin yargılara varmaktan kaçınıyorum. Edgar Allan Poe’nun hikâyenin analitik bir yapısı olduğunu savunmasına yer yer katılıyorum mesela. Anlatıda bir matematiğin olduğuna da. Ancak bana duygu vermeyen bir esere hep mesafeli bakarım. Açmam gerekirse; toplumu aydınlatma misyonuyla eline kalem alan birisinin yazdığı şeyden keyif almam zordur, didaktik olması, söylev vermesi veya biçimi geometrik olarak ölçü ölçü tasarlaması bir yere kadar başarı sağlar. Sanat eserinin kalbinize dokunacak bir hissi barındırması gerek bence. Buna en güzel örneği Sait Faik’in öykülerinden verebilirim. ‘Havada Bulut’ adlı hikâyesindeki kovanın içinde bir tutam bulut gören çocuğu ancak kalple idrak edebilirsiniz. Orhan Kemal’in ‘Çikolata’ adlı hikâyesi de benzer etkiyi bırakır okurda. Duyguları askıya asıp rasyonalist bir biçimde, pozitifçi bir ahlakla sanat yapmaya pek sıcak bakmıyorum yani. Sanatın mayası, ölçüsü ne olmalı diye düşünüyorum ama hâlâ kesin bir yanıt bulmuş değilim.

        - “Bomba Ağacı”nda bir saptama var: “Yokluk, fukaranın zihnini açar, geçmişini diri yapar. Sırtı pek olanınkini de siler boşaltırdı”

        ‘Anı’, ‘bellek’, ‘hatırlama’ gibi kavramları çok önemsiyorum. Çünkü bu kavramlarda bir tılsım var. İnsanı içinde bulunduğu zamandan koparıp olmayan bir zamana götürebiliyorlar. Yoksulluğun insanı daha içe kapanık biri yaptığını söyleyebilirim. Çünkü gerek maddi, gerekse manevi anlamda insan mağlup olduğu vakit kendisiyle daha çok yüzleşiyor. Daha çok iç gözlem yapıyor, anılarına daha çok bağlanıyor. Yaşlandıkça anıların hafızada ağırlaşması bu yüzden olsa gerek. Ve yine tam tersi bir biçimde pozitif bir uğraşa kapılmak, kazanç elde etmek de zihni oyaladığından belleğin kapısını pek aşındırmıyor. Böyle olunca insan ne kadar acı çektiğini, kimi üzdüğünü, neleri kaybettiğini göremeyebiliyor, umarsız ve vefasız olabiliyor.

        - Yine aynı öyküde lakaplarla ötekileştirmeye vurgu yapılıyor.“Parmaksız Ökkeş”, “Kız Hasan”, “Piç Ömer”gibi…

        Çocukluğum ve okul yıllarımda hemen hemen herksin lakabı vardı. Bu lakap takma geleneği halk arasında hâlâ devam ediyor. Ötekileştirme diyemem buna ama bir toplumsal kimlikten bahsedebilirim. Hele bir de işin için taşra girince; insanlar soy isimlerinden çok lakaplarıyla tanınıyorlar… Bomba Ağacı, benim hiç tanık olmadığım bir dönemde geçiyor. Ama kısmen de olsa gerçek bir olaya dayanıyor. Babamdan dinlediğim kadarıyla dedemin başından buna benzer bir hadise geçmiş. Bulduğu tank bombasını satmaya çalışan bir oduncu… Bana oldukça trajikomik gelmişti bu. Derken bir gün kendimi oturmuş, bu hadiseden esinlenen bir hikâye yazarken buldum.

        Limon Yağmuru, Emrah Öztürk / Yapı Kredi Yayınları, 126 sf, 9 TL

        Diğer Yazılar