Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Feminist bir bilinçle kaleme aldığı öyküleri 1981 yılından itibaren saygın edebiyat dergilerinde yayımlanan Erendiz Atasü, yeni romanı “Dün ve Ferda”da eczacılık mezunu olan ve sosyalist kimliği nedeniyle hapis yatan Ferda Başarır’ın Almanya’daki zorunlu sürgünlük hikâyesi üzerinden Türkiye’nin darbe tarihini anlatıyor. Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu olan ve 1997’de farmakognozi profesörlüğünden emekli olan Atasü, romanda Türkiye’deki sağlık sistemini de masaya yatırıyor. “Yazar yarattığı karakterlerin yerine kendini koyamazsa, yaşayan kişiler yaratamaz” diyen Atasü ile edebiyatı ve hayatı konuştuk.

        Bu romanda okuru kendi mesleğinize, eczacıların dünyasına götürüyorsunuz. İkisinin birbiriyle uyumlu tarafı var sanki.

        Özellikle eczacılıkla kesişen var mı bilmiyorum ama yazının fen bilimlerine yorduğunuz kafa mesaisiyle kesişen tarafları var. İnsana nesnel bakmayı öğretiyor fen bilimleri. Laboratuvarda peşin hükümle hiçbir şey yapamazsınız. Laboratuvarda deney yaparken de insanın kafasında bir kurgu vardır. Ama pratik şartlar pek azında sizin kafanızdakine uyar. Kafanızdakileri pratik şartlara göre yeniden yeniden ayarlamak durumunda kalırsınız. Yani bu hayata bakış da çok şey öğretiyor insana.

        İyi ki de yazmışsınız diye düşünüyorum.

        Yazmanın, edebiyat yaratmanın verdiği bir doyum, rahatlama var. Yine de aynı zamanda çok ıstıraplı bir süreç de var. İki taraflı. Hem gerçekten doyum verebiliyor, hem de çok bunalıma sokabiliyor insanı. Çünkü üzüntü verici şeyler var. Bir de kendinizi yeterince ifade edip edememe sıkıntınız var. Yani kendinizi yeterince ifade edemediğinizi, yazdığınızın, düşündüğünüz ve hissettiğiniz yanında yetersiz kaldığını görünce esas bunalıma giriyor insan. Bir de birbirine benzer bir sürü şey yazmanın da çok bir anlamı yok. Yeni bir şey ortaya koyabilmek lazım.

        60 yaşı sizden dinleyelim mi? Daha mı dingin bir dönem? Hesaplaşma dönemi mi yoksa?

        Kendimle hesaplaşmak için yaşlanmayı beklemeyenlerdenim. Yaşlılık başlangıcı, evet elbette bir dinginleşme dönemi, bir bakıma. Bazı amaçlarınıza ulaşmış, iyi kötü deneyim kazanmış, her istediğinize kavuşamayacağınızı idrak etmiş, dolayısıyla yitimlerinizle barışmış oluyorsunuz, eğer yaşlanma yoluna çok fazla acılaşmadan girmiş iseniz.

        Edebiyatın tarihte yaşanılan acılara dikkat çekmesi, toplumsal hafızayı canlı tutmasındaki rolü üzerine konuşalım istiyorum.

        Her ülkenin tarihi acı dolu; insanlığın büyük hayatı acı dolu. Haklısınız, bir memleketin edebiyatı onun hem vicdanı hem belleği. Çok doğru. Günümüzün genç neslinde maziye yönelik fazla bir bilgi yok, ilgi de yok. Genel için konuşuyorum tabii. Bu da tabii Türkiye’nin geçirdiği olaylarla alakalı. 80 ihtilalinden itibaren maziden büyük kopuş var. Gençler politikaya bulaşmasın diye ülkenin sarf ettiği bir gayret var ki, çocukları kendi uğradıkları zarara uğramasın diye bu gayretin içerisinde bir zamanın solcu aileleri de var. Dolayısıyla maziye karşı bir ilgisizlik var.

        Öte yandan günümüz hayatı çok hızlı ve çok yoğun bir iş hayatı. Nerede olursa olsun, ister kamusal, ister özel sektörde. İnsanlar ancak o günü yaşıyor, yaşadıkları üzerine de düşünemiyor. Ama bu yoğunluk düşünsel bir yoğunluk değil. Kapitalist çarkın getirdiği bir şey bu. Dolayısıyla unutarak yaşıyorlar. Bir sürü de aksilik var hayatın içinde. Romandaki karakter bunu dile getiriyor.

        O, tam anlamda günümüzün genç insanı. Genel anlamda edebiyat elbette toplumsal yaraların dile geldiği bir alan. Belki en içtenlikle dile geldiği bir alan. Bana sorarsanız hatıralardan, öz yaşam öykülerinden daha içten, daha hakikate yakın bir şeyler bulunabilir edebiyatın içinde.

        Kitabın baş kişisi, yazarına “Sen hayatı anlamak için mi yazıyorsun?” diye soruyor. Aynı soruyu ben size yöneltsem?

        Yazmak benim için yemek yemek, su içmek, uyumak gibi bir etkinlik. Evet, her halde hayatı anlamak için de yazıyorumdur.

        Karakterlerin tek tek veda ettiği bir bölüm var. Romana son noktayı koyarken karakterlerle vedalaşmak hüzünlü oluyor mu?

        Hayır, roman yazmak yorucu, hatta tüketici bir uğraş. Son noktayı koymak öyle yazarın iradesine ya da isteğine bağlı değil. Yazarın içinde “Tamam, bu kadarı kafi’’ duygusunun uyanması gerek; bu iradeye bağlı bir oluşum değil. Yazarın yıllar boyunca edindiği edebiyat birikiminin belki de bilinçaltı bir tezahürü. Üzerinde çalıştığım sürece çok önemlidir yazdığım benim için; çok pek çok önemlidir. İşimi bitirdikten sonra pek düşünmem üstünde. Yapıt, tıpkı yetişkinlik çağına ulaşmış bir evlat gibi, artık yazarına bağımlı değildir; bir dilin kültürüne, edebiyatına katılmıştır.

        “O konuşmalarla karakterlerin kişilikleri tamamlandı” dediniz ya. Buradan şu çıkıyor; bir karakter yaratıyor ve baştan aşağı o oluyorsunuz.

        İnandırıcı bir bütün olması için bir karakterin, onun söylediği kelimelerden, kurgusundaki bütün davranışlarına kadar hepsinin birbiriyle uyumlu olması lazım. Biraz karakterle özdeşleşerek yazıyor insan. Çünkü yarattığımız kişinin iç dünyasıyla özdeşleşmeden anlayamıyoruz. İç dünyasını anlamadan da onu yaratamıyoruz. Belki çok insan gözlemlemek lazım. Kendi hayatıma dönüp bakınca çocukluğumdan beri insanlara çok dikkat ettiğimi fark ediyorum. Öyle çocukluktan beri insanların ses tonlarına, yüz ifadelerine, jestlerine yönelik irade dışı gelişmiş bir dikkatim var. Onu fark ettim. Herhalde bu da bir yazar özelliği. Başka türlü insanları yaratamaz. Hani yazıyor insanlar ama olmuyor. ‘Başka türlü yaşayamadığım için yazıyorum’

        Diğer Yazılar