Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUDA'nın temel öğretilerinden biridir, "Başkalarını kıskanma, onlarla uğraşma" der ve ekler ardından: "Habire kıskançlık duyan insan iç huzurundan yoksun bir insandır."

        Uzaktan bakarız kimilerine, zannederiz ki onların her şeyi var. Şöhret, başarı, saygınlık, mutluluk... "Daha ne istiyor olabilirler ki" deriz kendi kendimize. İzleriz kısık ve sabit gözlerle. Kıskançlık cehaletten beslenir halbuki, düşünmeyiz.

        Bu bir ağılı ağaç ise beynimizde yeşeren, toprağı bilgisizlik olsa gerek. Zira ne kadar az şey biliyor olursak öteki insan hakkında o kadar rahat ve pervasızca kıskanırız. Belki de minicik bir kelime ayrımı yapmak lazım. Gıpta etmek, özenmek, belli bir dozda kalmak kaydıyla daha insanca, daha masumca duygular, ama kıskançlık altını oyan bir asit teknesi gibi, girdiği bünyeyi zedelemeden çıkmıyor işte.

        Simone de Beauvoir, Fransız ve dünya düşünce tarihinin en çok iz bırakan isimlerinden, hatta kadın entelektüeller sıralamasında bir numara; tahtını kolay kolay bırakacağa benzemiyor, aradan geçen bunca zaman sonra bile. Onun gibi iki dudağının arasından çıkan, kaleminden damlayan her kelimenin ciddiye alınmasına alışkın, her yerde itibar gören bir kadın kimi niye kıskansın ki diye düşünebilirsiniz. Oysa.....

        Kazın ayağı öyle değil. İşte Simone de Beauvoir'in deli gibi kıskandığı kadının hikâyesi:

        Tesadüf bu ya, onun da ismi Simone idi, tesadüflerin olmadığı şu hayatta. Simone Weil, Yahudi bir ailenin evladı olarak dünyaya geldi. Ağabeyi de kendisi de küçük yaştan itibaren kitaplar arasında büyüdüler, eğitimlerine büyük önem verildi. Annesi babası dinden de dindarlardan da hazzetmezdi. Katı laik bir ortamda büyüdü. Küçük yaştan itibaren "dâhi" gözüyle bakıldı bu kız çocuğuna. Yetenekli ve zeki olduğu kadar girişkendi.

        12 yaşında Yunanca'ya gayet hâkim; matematik, geometri ve fizikte yaşıtlarından katbekat öndeydi. 1928 senesinde Ecole Normale Superieure sınavlarında birinci oldu. Aynı sınavda ikinci olan kişi gene bir kız öğrenci idi: Simone de Beauvoir. Böyle başladı iki Simone arasındaki sevgi-nefret ilişkisi.

        *

        Simone Weil ufak tefek, çelimsiz, ileri derecede miyop bir kadındı. Ancak onun doğal ve rahat tavrı, güzelleşmek ya da süslenmek için en ufak bir çaba göstermiyor oluşu erkeklere cazip geliyordu. İkinci Simone, daha güzel olduğu halde, kendisini onun gölgesinde hissediyordu.

        Üniversite yılları çabuk geçti; her iki Simone da aktif biçimde öğrenci eylemlerinde yer aldı, her ikisi de emekçi ve azınlık haklarıyla yakından ilgileniyor, dünyayı değiştirmeyi arzuluyordu. Ancak okul biter bitmez bir yol ayrımı çıktı karşılarına. Simone de Beauvoir "entelektüel" olmayı önemserken, Simone Weil toplumsal adaletsizliklerin çözümünün zihinsel faaliyetlerde değil, tam tersine kol emeğinin kıymetinin bilinmesinde yattığına inanıyordu.

        Kısacası, aydınların fabrikalarda çalışmasından yanaydı(!) Ve bu formülü evvela kendinde deneyecek kadar da cesur. Bir çelik fabrikasında iş buldu. Eylemler örgütledi, grevlere katıldı. "Kızıl Bakire" lakabını kazandı.

        Seçkin, zengin bir aileden gelen bu kadın neden, nasıl işçi olmaya zorladı kendini? Üstelik beceremediği halde. O sene peş peşe üç fabrikadan atıldı. Yılmadı. Filozof, aktivist, emekçi, mistik. Ne tam anlamıyla solun kalıplarına uydu, ne sağın. Ne Marksistler arasında rahat edebildi, ne liberaller. Tam bir çelişkiler yumağıydı. Ama hayranları da katlanarak arttı. Simone de Beauvoir "kitabi bilgiler"le konuşmakla eleştirilirken, o hayatın bire bir içinde olmakla övgü topluyordu.

        *

        Ne var ki ilk başlardaki romantizmini yitirmeye başladı. Fabrika şeridinde bütün gün çalışmanın insanı tutkularından uzaklaştırdığını gözlemledi. Kendini sorgular oldu. "Devrim" inancını terk etti. Devrim ideali, insanları ani ve katı ve kati bir değişiklik peşinde koşmaya yöneltiyordu. Devrimci dostları bu eleştirileri duymaktan hoşlanmadılar.

        Simone Weil giderek yalnız kaldı. İşte bu dönemde din ile ilişkisini yeniden gözden geçirdi. Azizlerin hayatları, Hint felsefesi... O da tıpkı Tolstoy gibi fiziksel yorgunluğun manevi olgunlukla el ele gittiğine inanıyordu. Doğru dürüst yemek yemez oldu, ruhunu terbiye etmek için açlıkla talim etti kendini. Öldüğünde 34 yaşındaydı.

        Aradan seneler geçti. Bütün bu zaman zarfında elit çevrelerden ayrılmayan Simone de Beauvoir, ateistliğiyle namdar bu kadın gün geldi hemcinsi ve adaşını nasıl kıskandığını itiraf etti. Nesine imrendiğini sorduklarında ise tek bir kelimeyle cevap verecekti: "Yüreğine."

        Bense merakla okurum bu iki kadını; ne birini yakın bulurum kendime ne berikini. Beni esas cezbeden onların hikâyesini yazmak, onlarınki gibi hikâyeleri...

        www.elifsafak.com.tr

        Diğer Yazılar