Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GALATASARAY’da yeni yönetim işbaşı yaptı.

        Eğer doğru ise taze başkan Duygun Yarsuvat’ın kongre günü yaptığı açıklama şöyleydi:

        “Prandelli’nin görevine son vermeyi düşünmüyoruz. İstikrar önemlidir.”

        Açıklamayı taze taze internette okuyunca güldüm.

        “Başarısızlıkta istikrarlı olmak bir meziyet midir?” diye.

        Prandelli iyi adam hoş adam da Galatasaray’ın hocası olacak kalibrede değilmiş.

        Bunu kanıtladı.

        Bunca maç oynamışsan ve hâlâ “takımın” belli değilse hoca moca olamazsın Galatasaray’a.

        Bakın bunca yıldır Türkiye’de ve dünyada başarılı olmuş takımlara.

        Hepsinin ezberlenmiş bir ilk 11’i vardır.

        Üç aşağı beş yukarı da bu 11 bellidir.

        Sonuçta futbol bu.

        Basit bir oyun.

        Uzay bilimi değil.

        Ay’a adam da yollamıyorsun.

        Ammaaa!

        Prandeli’nin iyi hoca olmaması, Galatasaray’ın özellikle de Başakşehir karşısında 4 yemesini de gerektirmiyor.

        Sahada her biri yılda en az 3 milyon TL kazanan, kimilerinin yıllık kazancı 9-10 milyon TL’yi bulan 11 adam var.

        Topa sizden, benden daha iyi vurdukları, daha iyi çalım attıkları için kendilerine bu para ödeniyor.

        Sırf bu yüzden bu kadar para alıyorlar.

        Sırf bunu daha iyi yaptıkları için, kendileri kadar iyi yapamayan diğer futbolculardan daha fazla paraya imza atıyorlar.

        Değil Prandelli’yi, kulübede bir eşeği oturtsan, hiç taktik maktik falan da vermese 11 “onurlu” adam sahada kendini o duruma düşürmez.

        Bu utanç verici tablonun parçası olmaz.

        Galatasaray’daki asıl mesele işte bu.

        “Onur.”

        Galatasaraylı futbolcular işte bunu kaybetmişler.

        Onur belki fazla ağır olacak ama “utanma duygularını” yitirmişler.

        1-0 gerideler.

        Umurlarında değil.

        2-0 gerideler.

        Hiç umurlarında değil.

        3-0 gerideler.

        Yine umurlarında değil.

        4-0 oldu.

        Hâlâ umurlarında değil.

        Sporcu kazanmak isteyendir.

        Kazanmak için varını yoğunu harcayandır.

        Buna rağmen kazanamayabilir ama başı diktir.

        Galatasaraylı futbolcularda ise böyle bir çaba yok.

        Sporculuklarını yitirmişler.

        Sanırsın ki, batık bir KİT’te çalışan memurlar.

        “Sahaya çıktım mı? Tamam işimi yaptım. Kazanmışım, kaybetmişim umurumda değil” diyorlar.

        Galatasaray’ın çözmesi gereken bu.

        Bu pırıl pırıl çocuklar, bize şampiyonluklar yaşatan, pes etmeyen, Real Madrid’e kök söktüren bu çocuklar nasıl bu hale geldi veya getirildi?

        Nasıl oldu da “sporcu” olmaktan istifa ettiler, ne oldu da “utanma duygularını” yitirdiler?

        Yeni yönetimin çözüm bulması gereken bu.

        Gerçek bir demokrat olarak Demirel

        SAĞOLSUN, Süleyman Demirel Isparta’daki müzesinin açılışına davet etti.

        Allah biliyor ya, katılmayı çok istiyordum.

        Ancak gripal bir durumum vardı.

        Gitmemi engelleyecek kadar ağır olmasa da, bir uçak dolusu “eşe dosta” bulaştırma riskini göze almak istemedim.

        Gidemedim.

        Bayağı bir keyifli geçmiş.

        Şimdilerde “eski Türkiye” dedikleri herkes oradaymış.

        Süleyman Bey’i görmek, saygılarımı sunmak isterdim.

        Siyasetçiliği döneminde Süleyman Demirel’i çok ama çok eleştirdim.

        Kimi haklı, kimi o kadar haklı olmayan çok ağır yazılar yazdım hakkında.

        Bir gün bile sitem etmedi.

        Bir gün bile patronlarımı arayıp “Kovun” demedi.

        Bazen açıklama yolladı, bazen dostça arayıp yanlış yazdığımızı söyledi ama asla “Alo” durumu olmadı.

        Hep olgunlukla karşıladı yazdıklarımızı, söylediklerimizi.

        O kendi işini yapıyordu, biz de kendi işimizi yapıyorduk.

        Bunu hep bildi, hep saygı duydu.

        Onun da Başbakanlığı döneminde “kendi medyası” vardı, ama onun için medya asla “kendi medyasından ibaret” olmadı.

        Onun da devletle sorunlu, yolsuzlukla malul akrabaları oldu.

        Öyle veya böyle yargılandılar.

        Bazıları yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

        Vesayet rejimlerinde en fazla mağdur olanlardandı.

        Asla mağdur edebiyatı yapmadı.

        Şapkasını alıp gitti, gelip şapkasını aldığı yere astı, ama asla kin duymadı.

        İlk dönemlerinde medya onun hakkında en çirkin iftiraları attı.

        Sadece o iftiralara dava açtı.

        En sert eleştirimi yaptığı gün yurtdışı gezisine davet etti.

        Akşam kaldığı yere davet edip, o eleştirilerimi açık yüreklilikle tartışıp kendi bakış açısını anlattı.

        İkna etti edemedi ama tartıştı.

        Cumhurbaşkanlığı’nın son döneminde “görev süresinin uzaması” gündemdeydi.

        O sırada çalıştığım medya grubu, görev süresinin uzatılması için uğraşıyordu.

        Ben ise tek başıma böyle bir görev süresini uzatmanın demokrasiye zarar vereceğini, doğru olmayacağını yazıyordum, televizyonda söylüyordum.

        Ne kendi bir şey dedi, ne çalıştığım medya grubunun patronunu arayıp böyle bir şey iletmeye kalkıştı.

        Bu yüzden gitmeyi çok istedim müzesinin açılışına.

        Gidemedim.

        Ama bugün Süleyman Bey’in değerini her zamankinden daha çok biliyorum.

        İnşallah bir gün fırsat bulup elini öperim.

        Bilmiyorduk öğrendik

        VALİDEBAĞ Korusu’yla ilgili bir süredir bir duyarlılık var.

        Üsküdar Belediye Başkanı bu parkta “uygunsuz davranışlar” sergilendiğini söyleyerek parkın kendilerine verilmesini istemiş.

        Bu istek üzerine park da Üsküdar Belediyesi’ne verilmiş.

        Belediye orada birtakım imar faaliyetleri yapmaya başlayınca da bazı kesimler haklı olarak ayaklanmışlar.

        “Park park olarak kalmalı” diye parka sahip çıkmışlar.

        Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise parkın park olarak kalmasını isteyenleri eleştirirken, “Oraya mescit yapılacak, o yüzden karşı çıkıyorlar” demiş.

        Ben eminim ki, “Park park olarak kalmalı” diyenlerin yüzde 90’ı, oraya bir mescit yapılacağını Cumhurbaşkanı söyleyince öğrenmişlerdir.

        Ama tabii “Halk oranın yeşil kalmasını istiyor” demek çok da prim yapacak bir cümle olmadığı için “Bunlar mescide karşı çıkıyorlar” demek daha “doğru” gelmiş olmalı.

        “Birkaç kilometre öteye Türkiye’nin en büyük camisi yapılırken, bölgede onlarca cami varken mescit yapmak için bula bula oradaki az sayıdaki yeşil alandan, parktan birini mi buldunuz?” demek, elbette “din karşıtlığı” olarak algılanacaktır.

        Şimdi sırada siyah deri pantolonlu, çıplak bedenli, deri eldivenli bir grubun orada da bebekli bir kadını dövmesi vardır.

        Kendi şirketi olsa gidebilir miydi!

        ÜNAL Aysal’ın Galatasaray’ı bırakıp kaçmasıyla ilgili en güzel yorumu, bir işadamı dostum yaptı.

        “Böyle kulüp yöneticiliğini babam da yapar. 2 senede 1 milyar dolar harca. Sonra da ‘Gidiyorum’ diyerek banka borçlarını ve tüm borçları bırak git. Galatasaray, Ünal Aysal’ın kendi şirketi olsa böyle bir şey yapabilir miydi? Hadi sıkıysa ‘Ben şimdi sıkıldım, bırakıyorum’ diye şirketimi bırakıp gideyim. Tüm çalışanlar, Maliye, SGK, kıdem tazminatı alacaklıları, bankalar peşime düşer. Hayat boyu kurtulamam. Ünal Aysal ise bırakıp gidiyor. Var mı böyle güzel hayat. 3 yıl reklamını yap, manşetlere çık, dünyaca ünlü futbolcularla poz ver, hanımın her gün magazin sayfalarına çıksın, sonra ‘Sıkıldım’ de git.”

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ

        Fiilen bitirdiğimiz bir işi yapıyormuş gibi yapmadığımız zaman.

        Diğer Yazılar